İçişleri Bakanlığı´nın Diyarbakır, Van ve Mardin Belediye Başkanlarını ?PKK ile ilişkileri´ gerekçesi ile görevden alıp yerlerine il valilerini görevlendirdiği günün akşamında Kültür ve Turizm Bakan Yardımcısı Prof. Dr. Ahmet Haluk Dursun da geçirdiği trafik kazasında hayatını kaybetti. Kamuoyunda yankı uyandıran birbirinden bağımsız görünen bu iki haberde bir ayrıntı benim açımdan dikkat çekiciydi. Basında yer alan habere göre Ahmet Haluk Hoca Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi´nde konuşma yaparken yaşadığı bir anısını şöyle anlatıyor: ?Genç bir kız öğrenci söz istedi ama muhalefet dozu yüksek heyecanlı bir şekilde, ?Sizin burada ne işiniz var? Ben sizin yaptığınız çalışmalara baktım, siz Tuna tarihçisisiniz, sizin hayatınız Tuna´yla geçmiş. İkinci kitabınız da Nil. Nil´le ilgili de çalışmışsınız. Sizin hayatınızda Dicle yok. Siz Dicle´siz bir tarihçisiniz, o yüzden sizin burada bulunmaya hakkınız yok, konuşmaya hiç hakkınız yok´ dedi.
?Tamam, bir dakika haklısın ama biraz dinle. Konuşmayı nerede yapıyoruz? Dicle Üniversitesinde yapıyoruz. Kampüsün içerisinden Dicle geçer. Ben buraya nereden geldim? Cizre´den geldim, Cizre tam bir şehirdir ve tam bir Dicle şehridir. Bir gün önce de Hasankeyf´te idim. Batman, oradan da yine Dicle gelir. Demek ki gözümüz Dicle´de ama gönlümüz de Tuna´da. Bunda da bir zarar yok günah yok ama haklısın bu bir gecikme, bu bir tehir. Zaten her işin, her vazifenin rehine bırakılmış bir vakti vardır. ?Vakti şerif´ denir zaten ona. İşte o vakti şerif gelmiş ben Dicle´de sizle bugün beraberim.´ dedim. ?Siz Dicle´nin kuzularısınız ve siz Dicle´nin kuzuları bize emanetsiniz. Haklısınız geç kaldık bu emanete sahip olmakta ama bundan sonra sizinle hep beraber olacağız ve bu bölgede Dicle´nin, Murat´ın, Karasu´nun, Zap Suyu´nun, Aras´ın kuzularını çakallara kaptırmayacağız.´ dedim. Çakallara kaptırmamak için onlarla hemhal olmak, hemdert olmak ve beraber olmak lazım.?
Rahmetli Ahmet Haluk Hoca´nın bu uzun alıntısında itiraz edeceğim birkaç temel husus (niçin göz Dicle´de gönül Tuna´da? Dicle´nin kuzuları niçin böyle sahipsiz, korunmaya muhtaç, aciz bir konumdalar? Bu denklemde, bu konumlanışta hiyerarşik bir şey var ve bu bir şey de tüm şefkat, merhamet diskuruna rağmen bir ayrım/ayrışma ön kabullerine yaslanmış vs.) olmakla birlikte ?geç kaldık, hemhal olmak, hemdert olmak ve beraber olmak lazım´ vurgularının da hem bugün hem de gelecekte ?Dicle´nin kuzularını çakallara kaptırmamak´ için hayati önemde olduğunu düşünüyorum. Hemhal olmadan, hemdert olmadan ve beraber olmadan sancısız bir gelecek tasavvur etmenin ve giderek o geleceği inşa etmenin mümkün olmadığı açık. Burada hemhal olmak, hemdert olmak, beraber olmak vurguları Ahmet Haluk Hoca´nın da anısının alt metninde de yer alan büyüklük göstermek, empati kurmak, bir ağabeyin gadre uğramış küçük kardeşini teselli etmesi, ona sahip çıkması gibi ?ötekini´ yani ?Dicle´nin kuzularını´ gözetmek, onlara şefkat göstermek şeklinde ele alınmamalıdır. Meseleyi kapanın elinde kalan, kaçırılan saf, edilgen biçarenin hazin öyküsü olmaktan çıkarıp bizim de içinde olduğumuz adil, özgür bir işleyişe, ilişkiye kaydırmamız gerekiyor. Bu gereklilik işin ?çakallar´ veya ?çakallık´ boyutu olmadığını ileri sürmez. Tersine ?çakallar´ ve ?çakallık´ boyutlarını ileri sürerek Türkiye´nin adil ve özür bir işleyişe, ilişkiye kavuşmasına engel olan daha büyük operasyona dikkatleri çeker.
İçişleri Bakanlığı´nın ?PKK ile ilişkileri´ gerekçesi ile üç belediyeye kayyım ataması bu ölçekte hem usul hem de esas açısından tartışılmayı hak ediyor. HDP´nin veya açığa alınan başkanların PKK ile kamuoyunu rahatsız eden bir ilişkileri, ideolojik-politik eklemlenmeleri gizli saklı değil. Ancak bilinen ve açıkçası toplumun belirli kesimlerince de özenle bilinmezlikten gelinen bu durumun kendi başına hukukla mukayyet olan devlete yaptırım uygulamak için meşru gerekçe sunmayacağı da açıktır. Buradaki meşruluk HDP´li başkanların yanlış yapıp yapmalarından ziyade bu yanlışlığın hukuken tespit edilip edilmediği ile ilgilidir. Dolayısıyla seçim öncesinde başvuruları alınan ve geldiğimiz süreçte de haklarında nihayete ermiş bir yargı kararı olmayan kişilerle ilgili böyle bir karar almak hukuken yanlış olduğu gibi aynı zamanda siyaseten de yanlıştır. HDP´lilerin veya PKK´nın yanlışlarını ileri sürerek Türkiye´nin işleyişini ?istisna haline´ bağlayamayız. Ayrıca Türkiye´nin hukuka ve meşruluğa olan bağlılığı zannedildiği ve ileri sürüldüğü gibi ne HDP´nin yanlışları ile ne de PKK ile mücadelesini zayıflatmaktadır. Tersine hukuka uygunluk ve meşruiyet arayışı Türkiye´nin bu konudaki en büyük gücüdür.
Küresel ve bölgesel gelişmeler özellikle güney sınırımızdaki risk, içerde yaşadığımız PKK terörü ve FETÖ kalkışması gibi birbirine eklemlenen pek çok hadise kayyım tartışmalarında da gördüğümüz üzere bizi korkuya, endişeye, güvensizliğe sevk ediyor. Yakın ve yakıcı tehditler karşısında teyakkuzda olmak elbette önemlidir. Ancak korku, endişe ve güvensizlik algısı yükselen Türkiye´nin bu durumla nasıl baş ettiği çok daha önemlidir. Sert güvenlik politikaları işin acil ve önemli olduğunu belirtmekle birlikte çoğunlukla güvensizlik, güçsüzlük, risk ve tehditleri yönetememekle ilintilidirler. Sivil siyasetin alan daralttığı, güvenlikçi ve militer tedbirlerin siyaset olarak belirdiği bir noktada teyakkuzda olması, kendi varlık alanlarını savunması gereken siyasetçilerin bilfiil bu istilaya alan açması izaha muhtaçtır. Kayyım atamasında mesele HDP´nin ne yaptığı, PKK ile bir türlü bitmeyen ilişkisi meselesi değildir. Mesele Türkiye´nin özgüveni yüksek, siyasetin derinleştiği ve alan genişlettiği, hukukun ve meşruiyetin özenle korunduğu bir şekilde geleceğe uzanıp uzanamamasıdır.
Türkiye sorunlarını yeniden kronikleştirmek, toplumsal barışını kırılgan hale getirmek, güven ve istikrar arayışını ötelemek üzerinden yol alıyor. Çözüm sürecini bir takım dayatmalar üzerinden değil, akla mantığa ve onlarca yıllık tecrübesine dayanarak iradi bir politik tercih olarak hayata geçiren ve bunda da ülke ve bölge için büyük kazanımlar sağayan Ak Parti konjonktürel gelişmeleri hele hele HDP´nin, PKK´nın yanlışlıklarını gerekçe göstererek ?siyasetten´, ?siyaset temelli bir çözümden´ vazgeçemez. Çözüm süreci özü itibariyle doğrudur, mantıklıdır ve Türkiye´nin güven ve istikrarının, adil ve özgür yarınlarının olmazsa olmazıdır. Sürecin yönetiminde ve yürütülmesinde yaşanan sıkıntılar, problemler, aksaklıklar, aktörlerin beklentileri karşılamayan tavır ve davranışları bizleri doğruyu yapmaktan alıkoyamaz. Türkiye siyasi, ahlaki, hak ve özgürlükleri esas alan meşru pozisyonunu müdafaa etmekle yükümlüdür. Doğruyu, doğru siyaseti sürdürmek Türkiye için olmazsa olmazdır. Türkiye bölgesel gelişmeler karşısında elbette gereken tedbirleri alacaktır. Ancak alınacak tedbirlerin Türkiye´nin tarihsel-kültürel derinliğiyle mütenasip, çağımızın talep ve beklentileriyle uyumlu olması da o kadar önemlidir. Türkiye kendisini ısrarla yanlış yapmaya sürükleyen ve orada meşruiyetini zedelemeye kalkışan kuşatma karşısında basiretli ve ferasetli davranmak durumundadır.
Bu durum yapılan yanlışların hesabının sorulmaması anlamına gelmez. Yapılan yanlışların mutlak surette hesabı sorulmalıdır. Ancak usule, erkâna riayet etmeyen mücadelenin Türkiye´yi güçsüz kılacağı tecrübeyle sabittir. Mücadelenin çok boyutlu olduğu unutulmamalıdır. Türkiye hem iç hem de dış kamuoyunda hem askeri hem de diğer tüm alanlarda vermesi gereken mücadelede yaşadığı eksiklikleri askeri tedbirleri şiddetlendirerek gideremez. Mesele ciddidir ve ciddiyetle ele alınmalıdır. Türkiye´nin istikbal yürüyüşünde vizyon ve düzey olarak PKK´nın alınması, onun söylem ve eylemleri refere edilerek yol ve istikamet tayin edilmesi seviye kaybıdır, ufuk daralmasıdır. Türkiye sivil siyaseti güçlendirmeli, çoğulculuğu, hak ve özgürlüğü gözeterek özgüvenini yüksek tutmalıdır. Çalkantılı ve zayıf dönemlerinin hafızasına esir düşmemelidir. Bugün ısrarla uygulanmak istenen politikalar dünün işlevsiz politikalarıdır. Ve dikkat edelim, dünün işlevsiz politikalarını bir tercih üzerinden değil içine sıkıştığımız zorunluluklar üzerinden hayata geçiriyoruz.