Teolojide ‘Alçakgönüllü tutum’

İlahiyatçı yazar Mustafa Çağrıcı, teolojide önemli bir yer tutan alçak gönüllüğe (tevazu) vurgu yaparak, hakikat arayışında olan insanın istiğna haline düşmemesi gerektiğine işaret ediyor.

Teolojide ‘Alçakgönüllü tutum’

Bu başlıkta ve yazımdaki bazı fikirlerimde, Prof. Recep Kaymakcan’ın gönderdiği, ABD’li yazar Robert L. Herrmann’ın Sir John Templeton: From Wall Street to Humility Theology (Sir John Templeton: Wall Street’ten Tevazu Teolojisine, 1999) başlıklı eserinden yararlandım.

Templeton Vakfı’nın kurucusu John Templeton’ın -benim de katıldığın- bir cümlesiyle başlayayım: “Alçakgönüllü Tutum’u izleyen hakikat arayışçıları diğer milletlerin, dinlerin veya çağların fikirlerini (peşinen) reddedecek kadar yabancı düşmanı olamazlar.”

İslam’ın asıl manasının “Allah karşısında tevazu” olduğunu ve bu tanımın ne anlama geldiğini, ilk defa, Japon İslam araştırıcısı, özellikle Kur’an semantiği uzmanı T. Izutsu’nun, saygıdeğer âlim Prof. Süleyman Ateş’in çevirisi olan Kur’ân’da Allah ve İnsan (God And Man in The Qur’an) başlıklı eserini uzun zaman önce okuduğumda zihnime yerleştirmiştim.

‘Tevazu’ kelimesi bu bağlamda “Allah’ın, kendisi hakkında söylenen her sözü ve nitelemeyi sonsuz derecede aştığını; Allah’ın, insan kavrayışının ve anlayışının sonsuz derecede ötesinde olduğunu kabul etmek” anlamını ifade eder. Tasavvuf kültümüzde insanın Allah karşısındaki bu bilgisel ve dilsel yetersizlik haline “hayret makamı” denir. Bilgisel bakımdan bütün büyük sufîler ‘marifet (Allah’ı bilme-tanıma) makamının son noktasının hayret olduğunda birleşmişlerdir. Dilsel yetersizlik ise kelimelerin sembollerden ibaret olmasından ileri gelir. Her sembol bir şeyin hakikatini ancak yaklaşık olarak anlatır. O hakikat Allah’ın zatı, esmâsı (isimleri) ve sıfatları ise insan Allah hakkında bilebildiklerini bile anlatamaz; şaşırıp kalır (hayret).

***

İnsanoğlu, ilk defa bilim ve teknolojinin sağladığı baş döndürücü konfor ve nimetlerle tanışmış olmanın zevklerini yaşıyor ve öyle zannediyorum ki, bir gün -bireysel hayatında olduğu gibi- zevklerden bıkma evresine girecek, Allah karşısında tevazu ve minnettarlık (şükür) ahlakına ulaşacaktır.

Kur’an’da ‘istiğnâ’ (insanın Allah karşısında kendini minnetsiz bilmesi) yerilir. İslam’ın asıl manası ‘tevazu’dur. Öyleyse, hakiki dindarın Allah ve O’nun yarattıkları karşısında alçakgönüllü olması gerekir. Bu tevazu hali, egolarımızın ebedi kurtuluşa giden yolumuza yerleştirdiği, Peygamberimizin “mekârih” dediği ‘tökezleme taşları’nı ayıklar. Egolarımız, helal-haram demeyip, imkân ve fırsat bulduğu ve zevk aldığı her şeyi yapmayı, her hakkı yemeyi bize dikte eder. Yaratıcı karşısında tevazu erdemiyle donananlar ise her yaratılmışa Allah’ın eseri gözüyle bakar, onları sever ve olanlardan almak yerine onlara vermeyi seçerler. Tasavvuf ahlakının özü bu ‘sevgi’ ve ‘verme’dir.

İnsanoğlunun ana meselelerinden biri sevgisizlik, diğeri de onun sonucu olan benmerkezcilik olmuştur. Oysa -Templeton’ın dediği gibi- “Ne kadar çok sevgi verirsek, geriye o kadar çok sevgi kalır. Sevgi yasaları aritmetik yasalarından farklıdır. Biriktirilen sevgi erir, verilen sevgi büyür. Eğer tüm sevgimizi verirsek, birazını biriktirenden daha fazla sevgimiz kalır.” İslâmî bir kavram olan ‘rahmet’in Âramcadaki kök manası ‘sevgi’dir. Rahmet “acıma” değildir; eylemi de içine alan sevgidir. Rahmet, ‘şefkat’le ‘sevgi’nin birleşmesidir. Şefkat’te “birinin iyiliği ve düzelmesi için büyük bir istekle çabalama” anlamı da vardır. Şefkat olmasaydı sevgi tatlı bir duygu olarak kalabilirdi.

Yazımın başında belirttiğim, kitapta verilen bilgiye John Templeton, “(Tüm zamanlarda) yaşamış bilim insanlarının yarısından fazlası bugün (1999’da) hayattadır. Tabiat bilimlerindeki keşiflerin yarısından fazlası bu yüzyılda yapıldı. Dünyanın başından beri üretilen malların yarısından fazlası yirminci yüzyılda üretildi. Şimdiye kadar yazılmış kitapların yarısından fazlası son yarım yüzyılda yazıldı” diyor.

Buna rağmen ABD’li bilim insanı Lewis Thomas, Yirminci yüzyıl biliminin en büyük başarısı, insan cahilliğinin keşfi olmuştur diye yazar. Bu söz, bize hem mütevazı olmamız gerektiğini hem de daha öğreneceğimiz çok şey bulunduğunu anlatır. Keza, tamamen gerçeğin ifadesi olan bu söz, Yüce Allah’ın sınırsız kudreti, bilgisi ve iradesi karşısında ne kadar alçakgönüllü olmamız gerektiğini göstermektedir. Zira zaman, mekân gibi kategoriler ve maddi varlıklar olan bedenlerimiz hayatlarımızı ve bilgimizi sınırlar. Yüce Allah böyle sınırlayıcılardan münezzeh olduğu için elbette O’nun ilmi de sınırsızdır.

Bize gelince, kendimiz hakkında bile nihai bilgiye sahip olamayacağız. Beynimiz maddedir; insan bedeninin tamamı da maddedir. Öyleyken madde; yani et, kemik, kan, sıvı; onları oluşturan topraktan aldığımız besinler nasıl oluyor da duygu, bilinç, bilgi, inanç, ahlâk ve estetik gibi tamamı madde üstü şeyler üretiyor? Bu soruya bilgi ile değil, ancak inanç ile cevap verilebilir. “Yapıp yaratanların en güzeli olan Allah yüceler yücesidir” (Mü’minûn 23/14).