Saadet Partisi lideri ve Oğuzhan Asiltürk’ün vefatından sonra Milli Görüş’ün Yüksek İstişare Kurulu Başkanlığına da seçilen Temel Karamollaoğlu, Cumhurbaşkanı Erdoğan’la 2 saat 20 dakika süren bir konuşma gerçekleştirdi. Görüşme Temel Bey’in isteği üzerine oldu.
Görüşmenin ilk anlarından yansıyan görüntülerde, Temel Bey’e oturması için gösterilen yer biraz İsrail’in Türkiye Büyükelçisini “Düşük koltuğa oturtma” olayını hatırlattı. Saadet camiası bu algıyı nazikçe “Değerlendirmeyi kamuoyunun takdirine bırakarak” not etti.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Temel Bey’i neden hemen yanındaki o tekli koltuğa oturtmamış, özellikle daha uzaktaki üçlü koltuğa oturmaya yöneltmişti? Bunun Cumhurbaşkanı için bir anlamı var mıydı, Temel Bey’in ve kamuoyunun zihninden bu tarz değerlendirmeler geçeceği öngörülmemiş miydi?
Her neyse ilişkilerin içine siyaset girince küçük – büyük her jest anlam kazanıyor.
Temel Bey görüşme ile ilgili “Her şeyi konuştuk” dedi. Talep kendisinden geldiğine göre sözlerinin, ülke yönetiminde gördüğü sorunlar karşısında bir tür uyarı niteliği taşıdığı da söylenebilir.
Cumhurbaşkanı’nın acil gündeminde Cumhur İttifakı’nı tahkim etmek olduğu, Saadet konusunun da bu açıdan özel önem taşıdığı düşünülebilir. Daha önce merhum Oğuzhan Asiltürk’le görüşmeleri de bu yönde “Üstten” bir hamle olarak değerlendirilmişti.
Son görüşmede bu konu bu açıklıkta ele alınmış mıdır, sanmıyorum. Temel Bey’in bu konudaki mesafeli tavrı bilindiği için de hiç girilmemiş olabilir.
En azından şu anda Cumhurbaşkanı Erdoğan’la Temel Bey arasında bu konuda “Temel”den bir fark olduğunu sanıyorum. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dünyasında “seçimi kazanmak” en öncelikli konu olarak gözüküyor. Bunun için denklemler önemli. Cumhur İttifakı’nın tahkimi önemli. Oysa oylarda aşınma var, onun için ek destekler gerekli. Saadet’in karşı kampta gözükmemesi, karşı kampın CHP-HDP’ye indirgenmesi, kamplaşmanın “Millet – zillet” diye okunması…. Hesaplar böyle gidiyor.
Temel Bey ise farklı bir siyaset dili geliştiriyor. Cumhurbaşkanı ile görüşüyor ama CHP lideri Kılıçdaroğlu ile de görüşüyor. Söyleyeceği bir şey varsa ona da söyleyebilme imkanını açık tutuyor ötekine de. Yani kamplaştırma penceresinden bakmıyor siyaset zeminine. Bunu “Değerler” açısından yapıyorsa, ki ben öyle düşünüyorum, bu daha da anlamlı. Yani eğer “muhafazakâr değerler” diye genel bir isimlendirme yapılıyorsa, o değerleri siyaseten tek bir kampa indirgemek, diğer toplum kesimlerini karşı -hatta düşmanlaştırılmış- kampa atmak ne değerlere bir şey kazandırır ne de memlekete.
Belki de Temel Bey’in “herkesle görüşebilme” yaklaşımını sayın Cumhurbaşkanının bizzat kendisi benimsemeli. “Cumhur”un Başkanı” olmak bunu gerektirir. Herkese söyleyeceği bir şey olmalı, herkesle paylaşacağı bir şey olmalı, toplumun şu veya bu kesiminden kopmamalı, hele onlarla siyaseten bir tür savaş dili kullanmamalı.
Temel Bey, gitsin Kemal Kılıçdaroğlu ile konuşsun. Mesela onunla “muhafazakarlarla helalleşme”nin parametreleri üzerine değerlendirmeler yapsın. Kim ne kaybeder? Bunu yapınca Temel Bey ya da Saadet “CHP’nin yanında” mı gözükmüş olur?
Muhafazakâr siyasetin toplumun farklı cenahlarına söyleyeceği hiçbir şey yok mudur?
Böyle bakıldığında aynı aile içinde bile kopmalar gerçekleşeceği ihtimali hiç mi düşünülmez?
Ben kişisel olarak, tıpkı Saadet gibi, muhafazakâr toplum kesimleriyle bağlantılı olan DEVA ve Gelecek Partilerinin varlığını, farklı toplum kesimlerinin iletişim imkânı açısından hayati buluyorum.
Bunu bizzat sayın Cumhurbaşkanı’nın ve Ak Parti’nin yapmaya çalıştığı zamanlar oldu. Kesinlikle yanlış olmadı.
Ama bugün, üstelik Cumhurbaşkanlığının olağanüstü yetkilerle donatıldığı bir zamanda Cumhurbaşkanlığının bir kampa indirgendiği noktaya gelindi. Yüzde 50 artı 1’lik bir kamp. Toplumun geriye kalan kısmı ne olacak?
Saadet, DEVA, Gelecek, bana göre iktidar dilinin muhafazakârlık adına yaptığı yanlışları tamir etmeye çalışıyor. En bariz yanlışlık kamplaştırma siyaseti. Yolsuzluk, yoksulluk, adaletsizlik diğer yanlışlık alanları. Bunlara itirazın hemen yanı başınızdaki muhafazakâr insanlardan gelmiş olması, muhafazakârlığın kendi kendini tashih edebilme potansiyeli açısından hayati değer taşıyor. Keşke bu tashih operasyonu bizzat Ak Parti’nin içinde gerçekleşebilseydi.
Hani Halife Ömer, “Benim yanlışlarımı düzeltecek bir toplumu yönettiğim için Allah’a hamd ediyorum” demişti ya… Aynen öyle.