Geçenlerde kıymetli Mustafa Kutlu Ağabey ile teknoloji meselesi üzerine bir miktar sohbet ettik. Tabiî ki sohbetin mahremiyeti olduğu için teferruata girecek değilim. Ama zekî okurlar, sohbetin seyrinin nasıl olduğuna dâir hakikâte yakın tahminlerde bulunabilirler. Bu sohbet, bana teknolojiye dâir düşünme fırsatı verdi. Bu yazıda biraz bu hususlara değinmeyi arzu ediyorum.
Modernliğin bir kaç temel boyutu olduğunu düşünüyorum. Bunlardan başat olanının “ekonomi” olduğunu çeşitli vesilelerle dile getirmiştim. En az bu kadar mühim olanın ise “mühendislik” boyut olduğu kanaâtindeyim. Bu ikisi modernliğin “alt-yapısını” meydana getiriyor. Nihâyet “kültür” boyutu da bu ikisine eklemleniyor. Bu da kabaca modernliğin üst-yapısını var ediyor. Tanzimat’tan başlayarak modernliğe dâir kavgalar daha çok “kültürel” boyutta yaşandığını da herkes bilir. Yâni, modernleşmenin altyapısı değildir tartışılan. Tartışmalar ağırlıklı olarak üst katlarda, belki de çatıda tartışılır. Modernleşmenin “ekonomi” ve “mühendislik” boyutları ise şaşırtıcı bir şekilde tartışma dışıdır. Çok farklı ideolojiler ve akımlar , “ekonomik kalkınma” ve “mühendislik ilerleme” hususlarında ilkesel bir eleştiride bulunmazlar. Amaç bilim ve teknikte 1. Lige terfi olmak, ekonomik olarak da refaha ulaşmaktır.
Bir zamanlar modern Rus ve İran düşünce kaynaklarını elden geçirmiş ve tablo karşısında hayli şaşırmıştım. Bu komşu iki çevrede bizdeki gibi, modernliğin kültürel meseleleri elbette derin derin tartışılıyordu. Ama en az bunun kadar ve bizde karşılığı olmayan ekonomi ve teknoloji tartışmaları da yapılıyor ve hayli radikâl teklifler ileri sürülüyordu. Tolstoy ve Aksakov gibi radikaller basbayağı “Bırakalım her şeyi ve toprağa geri dönelim” diyorlardı. Elbette bu fikirlerin hayatta bir karşılığı olmadı. Rusya, Çarlık devrinden Sovyetlere ağır bir sanâyileşme süreci yaşadı. Bilim ve teknikte hatırı sayılır bir gelişme yaşadı. İran’da ise, her ne kadar bu seviyede bir başarı sağlanmasa da şahlık devrinde, petrokimyâ alanı başta olmak üzere hatırı sayılır yatırımlar yapıldı. İran Devrimi ise, derin bir kültür kavgasından temellendi. Lâkin Ali Şeriâtî gibilerin temsil ettiği, modernliğin mühendislik taraflarına mesâfeli yol kapatıldı. Son nükleer programda görüldüğü gibi iktidardaki mollalar İran’ın teknolojik bir güç olması için ellerinden geleni yapıyorlar. İran teknolojiye kapalı bir memleket değil. Eğer bir eksiklik varsa, o da herhâlde ambargo sebebiyledir.
Türk düşünce târihinde sanayileşmeyi, teknolojiyi en radikâl bir şekilde dışlayan tek bir düşünür çıktı: Nurettin Topçu. Topçu, daha 1930’lardan başlayarak İslâmı bihakkın yaşayabilmek için sanayileşmeden vazgeçilmesi ve toprağa dönülmesi gerektiğini apaçık ve ısrarlı bir şekilde savundu. Romantik sosyalistlere yakın durdu. O sebeple, Barajlar Kralı Süleyman Demirel’den, motor âşığı Erbakan’a, oradan da Elektrifikasyon Kralı Turgut Özal’a kadar, İTÜ mühendisliğinden beslenen liderlere sâhip olan anaakım sağ düşünce Topçu ve çevresini dışladı. Necip Fâzıl, İdeolocya Örgüsü kitabında, idealindeki Türkiye’yi “câmi minâreleriyle fabrika bacalarının yan yana yükseldiği” bir Türkiye olarak resmediyordu. Topçu’yu ise her fırsatta küçümsüyordu. Seneler sonra şâir İsmet Özel aynı meselelere el attı. Onun da akıbeti Topçu’dan farklı olmadı. “Kafayı kırmış bir şâir” olarak muamele gördü. Dergâh çevresinde izole edilen Topçu ile İstiklâl Marşı Derneği’nde izole edilen İsmet Özel’in hâlleri ikizdir. 1980-1990 arasında yeni yetişen İslâmi gençlik biraralar Ali Şeriati ve Heidegger okumaları yaptılarsa da, bu yüzeysel, entelektüel bir heves olarak kaldı; geldi, geçti.
Solda ise mühendislik ve ekonomik modernleşmenin baskısı, özellikle entelektüel orta sınıflar üzerinden natüralist bir “marjinâl kaçış” sendromu ile geçiştirildi. Türk Hümanizma Akımı içinde yer alan Halikarnas Balıkçısı bu kaçışın proto tipidir. Onun saf Bodrum’unun başına gelenleri hepimiz biliyoruz. Sol kaçış, hep bir bâkire kovalayan sürek avı olarak “Bodrum marjinalizminin” peşinde oldu. Bodrum bitti, Ayvalık; orası bitti; Alaçatı, Seferîhisar, Kaş, Kalkan… Şu aralar minimalizm bu kaçışın ana üssü olarak çalışıyor.
Tabiî ki bütün bu süreçlerin târihsel bir sağlaması olacaktı. Başlangıçta işler iyi gidiyor, ekonominin işletmeciliğe evrilerek mühendislikle, mühendisliğin ise ekonomi ile örtüşmesi süreçlere ivme kazandırıyordu. Ama ilk fire ekonominin, üretim ekonomisinden çıkıp tüketim ekonomisi hâline gelmesinde yaşandı. Hesaplar üretim toplumu olmaya doğru yapılmıştı. Bunun neticeleri, bir görgüsüzlük, eğretilik, savrulmalar üzerinden “ağır bir çuvallama” olarak geldi. Bu neticelerle henüz yüzleşilmedi. Şimdi yeni bir evreyi idrâk ediyoruz: Örtüşmeler devri, kapanmalarla sona eriyor. Şimdi teknoloji, başta klâsik mühendisliğin yerini alan dijital mühendislik olmak üzere çeşitli dallar üzerinden herşeyi, bu arada ekonomiyi de ekonomiyi belirliyor. Artık, meselâ 3D teknoloji üzerinden gelişen bir teknoekonomi, klâsik ekonomipolitiğin yerini alıyor. Bu sürecin nereye evrileceği belirsiz. Teknopolitik ise halâ çok meçhûl. Ezberlerimizi tekrâr ediyoruz. Teknolojinin nötr olduğunu, bizim irâdemize tâbi olduğunu söylüyoruz. Hâlbuki algoritmaların dünyâsı bunu söylemiyor. “Metnin de bir niyeti vardır “ diye yazıyordu Eco. Teknolojinin de neden olmasın? “Rûhum, benden imkânsızı isteme, mümkün olanı tüket” diye yazmıştı Hölderlin. Guevera ise “Gerçekçi olun, imkânsızı isteyin” diye haykırmıştı.. Bakalım ne olacak?