İlahiyatçı yazar Faruk Beşer yazdı;
Afet, bela ve musibet gibi kötü şeyler demektir. Ama nimetlerin kötüye kullanılmalarına da afet denir. Mesela gözün afetlerinden söz edilir. Harama bakmak onun bir afetidir. Kulak öyledir, kalp öyledir. İlmin bile afetleri olur. Onu kötüye kullanma, onu Allah’tan başkası için talep etme ilmin afetlerindendir. Tasavvufun afetleri denince de onun doğru anlaşılmaması halinde sebep olacağı zararlar kastedilir.
Önceki yazımızda bazı tasavvuf erbabının çok zayıf ya da asılsız sözleri hadis diye nakledebileceklerini söyledik. İşte bu durum tasavvufun önemli bir afetidir. Tasavvuf daha çok gönül işidir. Ama gönlün akıl ile alakası bütün bütün kesilince böyle marazi durumlar ortaya çıkar. Oysa gönül de akıl da Allah’ın insana verdiği anlama melekelerindendir. Her birini yerli yerinde kullanmak gerekir.
Öğrencilik yıllarımda sûfilik damarım baskın olduğu için çokça tasavvuf kitapları okuyordum ama ilim adamı olmaya karar verdiğim için de işin ilmilik yönüne kendimce ağırlık verirdim. Onun için hadisle de meşgul olmuş sûfilerin kitaplarını okumaya karar verdim. Önce Erzurum’da imamlık yaptığım Ketencizade Mescidi’nde sabah namazlarının ardından Ramuzu’l-ehadis’i okuyup bitirdim. Hep bu zatlar ne söylemişlerse bir hikmeti vardır diye düşünüyordum ama bir şey de dikkatimi çekmiyor değildi. Kitapta Buhari ve Müslim gibi birincil kaynaklardan alınan hadisler son derece makul iken, Deylemi, Razîn ve benzeri kaynaklardan alınan hadislerin çoğu inanılması zor, garip şeyler söylüyordu. Bir gün anlarız diye devam ediyordum. Doktoraya başladığım yıllarda Hakîm Tirmizî’nin Nevadiru’l-usûl’ünü okudum. Demek ki, henüz neyi nasıl okuyacağım konusunda bir bilene sorma becerisini bile gösteremiyormuşum. O bu konuda ilklerden olduğu için ondaki hadisler daha sağlam olmalıdır diye düşünüyordum. Ama hep ön yargılı okuyordum. Benim kararım elbette en doğru olandır, ama bakalım onlar beni ne ölçüde destekleyecekler? İşte bu hal ilmin çocukluk halidir. Tıpkı Gazali’nin el-Munkiz’de ‘kör taklidi terk edince ancak anlamaya başladım’ dediği gibi.
Ramûz’da olduğu gibi ondan da hoşuma giden hadisleri ezberliyordum. Ama ezberlerken ben de bir sûfi gibi sıhhatine değil, kalbimi okşayanlarına bakıyordum. İlginç bulduğum için oradan ezberlediğim hadislerden birisi şuydu: ‘Kadınlarınıza okuma yazma öğretmeyin ve onları sokağa penceresi olan odalarda oturtmayın’. Tam da İslam’ın kadını aşağıladığını iddia edenler için bulunmaz bir malzeme. Ama bunu sûfi bir hadisçi söylüyorsa doğrudur diye düşünüyordum. Hatta bir gün hanımla biraz çekişince size zaten böyle davranmak gerekirmiş diye ona bu hadisi okumuştum. O da muhtemelen Peygamber böyle diyorsa itiraz edilmez diye susmuştu. Akletme bilgi ile olur, bilgim olmadığı için şunu düşünememiştim: Madem öyle neden Resulüllah Efendimiz (sa) bizzat kendisi hanımlarına okuma yazma öğretmesi için bir kadın öğretici tutmuştu? Bilahare hadisin sahihi sakîmi ne demek olduğunu ve hadislerin nasıl anlaşılacağını bir nebze öğrenince o sözün zaten uydurma bir söz olduğunu gördüm, hanımdan özür diledim mi hatırlamıyorum. Muhtemelen benim gibi hanımıyla hırıldaşan birisi hanımına kızıp böyle bir şey söylemiş, sonra da bunun yaptırımı olsun diye ona hadis denmiştir. Şimdi hadisleri hepten reddedenler işte benim o ilk dönemimden yeni çıkmış olanlardır. Bu konuda sevgili dostum, üstadım Prof. Dr. Abdullah Aydınlı’nın doktora tezi olan ‘Doğuş Devrinde Tasavvuf ve Hadis’ adlı değerli eserine bakılmasını tavsiye ederim.
Arkasından Muvatta, el-Camiu’s-sağir, Terğib ve Terhib, Cem’ul-fevâid gibi toplam altı hadis külliyatı okuyup bitirdim. Camiu’l-usul’e başladım ama bitiremedim. Nihayet neyi nasıl anlamam gerektiğini anlamaya ihtiyaç duydum ve anlamayı anlamaya başladım.
Vardığım sonuç şu: Gerçekten de ‘sûfinin cahili şeytanın maskarası’ olabilir. Söylemediği bir sözü Resulüllah’a nispet etmiş olmanın fecaatini hiç hesaba katmadan, o uydurma sözü hadis diye anlatan efendisini aklamak için onun hadis olduğunda ısrar edebilir. Buna bizim sâdatımız hadis diyorsa, Peygamber’e de ancak bunu kabullenmek düşer denir gibi, haşa. Oysa tamamı on bin kadar olan hadisi şeriflerin en sahih olanı şudur: ‘Kim bile bile bana yalan isnat ederse cehennemdeki yerine hazır olsun’. Bu durumda, ‘biz bilebile isnat etmiyoruz, sâdatımıza güveniyoruz, onlar hadis demişse hadis olabilir diye alıyoruz’ demenin mantığı olabilir mi? Bu cahil halimizle yarın bir gün de biz birilerinin sâdatı olmuş olacağız. ‘Doğru söylüyorsanız delilinizi getirin’ ayeti bize de hitap etmiyor mu?