Tasavvuf, sözlükte ?Yün giymek, saf olmak? anlamına gelir.
Terim olarak; ?Kişiye Allah´ı görürmüşçesine ibadet etme hazzına erişmesinin yolunu gösteren ilimdir, haldir.?
Tasavvufu hayat tarzı olarak benimseyen kimselere de ?sûfî? veya ?mutasavvıf? denir.
Hicri ilk iki yüzyılda kişinin kendi iç dünyasındaki derinlik ve zenginliği, coşkulu dindarlığını ifade için genelde zühd, rikak-rekaik, takvâ, ibadet gibi kelimeler kullanılıyor, böyle kimselere de zâhid ve âbid deniliyordu.
Hicrî III. Yüzyıldan sonra daha kapsamlı olarak tasavvuf, sûfî, sûfiyye gibi terimler kullanılmaya başladı ve bir dönemden sonra tasavvuf ayrı bir ilim ve davranış biçimi olarak ortaya çıktı.
Tasavvuf, kalp temizliğini, güzel ahlâkı ve ruh olgunluğunu konu alır. Amaç müminleri terbiye etmek ve mânen yükseltmektir.
Kur´ân-ı Kerîm´de, Hz. Peygamber´in hayatında ve sahih hadislerinde mevcut olan bilgilerle, ilk dönemlerden itibaren müslümanların dini daha iyi anlama ve yaşama talep ve gayretlerine itikad ve fıkıh cephesinden ayrı olarak tasavvuf adı altında özetlenebilecek üçüncü bir cephe tesis edilmiş ve manevi hayata zenginlik kazandırılmıştır.
Sözlükte ?gidilecek yol, izlenecek usul, hal ve gidiş? anlamındaki tarîkat (çoğulu tarâik) tasavvufî bir terimdir.
Terim manası; ?Allah´a ulaşmak isteyenlere mahsus âdet, hal ve davranış? demektir (et-Ta´rîfât, ?e?-?arî?a? md.; Kâşânî, s. 349).
Hicri VI /Miladi XII tasavvuf hareketi, Allah´a ulaşma konusunda takip ettiği usul ve metodun, organize olmuş, müesseseleşmiş, disiplinli sivil toplum örgütüne dönüşmüştür.
İşte bu örgüte tarikat denilmiştir.
Tarîkatlar usul ve metot açısından üçe ayrılır.
Tarîk-i ahyar, ibadet ve takva yoluna ağırlık veren tarîkat;
Tarîk-i ebrâr, çile çekerek ve nefse karşı savaşarak Allah´a ve kurtuluşa ulaşmayı amaçlayan tarîkat;
Tarîk-i şuttâr, aşk ve vecd ile kurtuluşa erişmeyi amaçlayan tarîkat;
Tarîkat kurucusuna ve onun yerine geçenlere, ?şeyh?veya ?mürşid? denir.
Tarîkat mensuplarına ?mürid? denir.
Tasavvuf ve tarîkatlara, tasavvuf perdesi altında İslâm´a dış kaynaklardan sokulmak istenen yabancı unsurlar, diğer dinlerden, mezheplerden, mistik akımlardan, felsefelerden ve dinî geleneklerden kaynaklanan sızmalar olmuştur.
Bu çevrelerin kültürüne âşina olan zümreler ve fertler İslâm öncesi sahip oldukları dinî inançları ve felsefî kanaatleri belki iyi niyetle belki de art niyetle İslâm´a taşımışlar ve bunları tasavvuf çatısı altında yaşatma yoluna gitmişlerdir.
Bunun sonucunda tasavvufî hayatta bazı sapmalar olmuştur. Hatta bu sapmalar erken dönemlerde başlamıştır.
Ancak ilk sûfîler bu tür hareketler karşısında çok dikkatli, hassas ve uyanık davranmışlar, sapmaları ve sapkınları eleştirmişler, reddetmişler, böylece kendilerini onlardan korumuşlardır.
Sülemî bu konuda Galatâtü´s-sûfiyye adıyla bir eser yazmış, Serrâc da el- Lüm?a´da bu konuya bir bölüm ayırmıştır.
Daha sonraki mutasavvıf yazarlar da bu husus üzerinde önemle durarak müslümanları sapkınlığa karşı uyarmışlardır. Bir uyarı görevi de biz yerine getirelim istedik.
İşte bu sapkınlıkların bazı örnekleri aşağıya alıyoruz.
Hakiki sûfîler bir müslümanın son nefesini verene kadar dinin emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmakla yükümlü olduğu inancındadırlar. Bunlar yukarıdaki âyette geçen ?yakın? kelimesini ?ölüm? şeklinde yorumlamışlardır. Allah´a kul olmak hür olmaktan daha üstündür.
Bu anlayış esasen doğru olmakla birlikte yanlış istikamette kullanılmış, neticede onları edep ve terbiye sınırlarını aşma, dinin emir ve yasakları konusunda saygısız, duyarsız, kayıtsız ve lâubali olma noktasına götürmüştür. Bazı Melâmîler´de ve Kalenderîler´de bu hal görülür.
Bu bâtıl bir inançtır. Zira velîlik, peygamberlik meşalesinden sadece bir pırıltıdır. Hiçbir zaman bir velî bir nebî derecesinde olamaz.
Her nebî aynı zamanda velîdir. Onda hem velîlik, hem peygamberlik birleştiğinden velîlerden üstündür.
Bazıları da niyetlerinin iyi, kalplerinin temiz olduğunu ileri sürerek emir ve yasakların kendilerini bağlamadığını iddia ederler.
Bunlar, ?Biz kapı gibiyiz, hareket ettiren olursa hareket ederiz? derler. Bu görüşte olanlar aslında sapık olup mutasavvıf görünen kimselerdir.
Gerçek sûfîler ise yaratıcı varlıkla yaratılan varlığı birbirinden ayırır, yaratılan varlığın hiçbir şekilde yaratıcı ile birleşip tanrılaşamayacağına inanırlar.
Bunlara ilâve olarak mutasavvıfların bir kısmında kâfir veya sapık olmayı gerektirmeyen birtakım hatalı inançları ve davranışları da vardır.
Bunları şöyle özetleyebiliriz.
Aşırı çilecilik, dünya işlerini tümden terk, bir tür ruhbanlık, evlenmemek, et yememek, tedbir almayı tevekküle engel saymak, şeyhleri kutsal sayacak kadar yüceltmek, yoksul yaşamayı amaç haline getirmek, nefse işkence etmek, mubah olan nimetlerden yararlanmamak, özel giysiler giymek ve bunlarla halka karşı böbürlenmek, kılık-kıyafet, saç-sakal gibi konularda temizlik kurallarına uymamak, vakıf geliriyle geçinmek, dilenmek, toplumu terkedip inzivaya çekilmek, tasavvufu kıssacılıktan, menkıbecilikten, raks ve semâdan, evrad ve ezkârdan ibaret sanıp ilâhiler okunan meclislerde coşmak ve yapay olarak vecde gelmek, cezbelenmek.
Sözü edilen bu hususlar aslında tasavvufta var ise de, bunların birtakım kuralları, sınırları, şekilleri ve miktarları da tesbit edilmiştir. Bu kurallara uymayan ve sınırları aşan biçimleri hatadır.
1.Tasavvuf biri Kur´an ve hadislerin özü, diğeri bu öz istikametinden sûfîler tarafından geliştirilen şekil olmak üzere iki kısımdır.
İbadet, ahlâk ve dinî heyecandan, insanın iç dünyasını zenginleştirip ruhî ve mânevî yönden kendini geliştirmesinden ibaret olan birinci kısmı kabul etmek ve uygulamak her müslümanın üzerine farzdır.
İkinci kısım ise ihtiyarîdir. Zira özel bir hayat tarzıdır ve bir gönül meselesidir. Bu yola girmeyenlerin girenlere, girenlerin de girmeyenlere saygı göstermesi, hoşgörülü davranması gerekir.
Ancak günah işleyen velîler günahta ısrar etmezler, ederlerse velî sıfatını kaybederler. Fâsık ve fâcir (günahkâr) bir kişi, özel anlamda velî, yani Hak dostu olamaz.
Çünkü dinin açık hükümlerine, emir ve yasaklarına bağlı olmak esastır. Bu olmadan tasavvuf da olmaz, tarikat da olmaz.
Bir müslüman tasavvuf kitaplarını okuyabilir, tasavvufî düşünceden yararlanabilir.
Bunun için tasavvuf yoluna girmesi ve illaki bir şeyhe bağlanması gerekmez.
Ancak tasavvuf kitaplarında gördüğü her şeyi doğru kabul etmemelidir. İnsan elinden çıkan her kitapta doğru da yanlış da vardır.
Yanlışı olmayan tek kitap Kur´ân-ı Kerîm´dir.
En büyük keramet iyi bir ahlâk sahibi olmaktır. Hatta istikamet (doğruluk, dürüstlük) kerametten üstündür.
Mânevî kerametler maddî kerametlerden çok daha makbuldür. Bu sebeple kerametleri abartmamak gerekir.
Menkıbeleri ölçü almak her zaman doğru değildir. Çünkü menkıbelerin çoğu sanal hikayelerdir.
Güvenilir olup olmamaları, çeşitli yorumlara açık bulunmaları bakımından bu tür bilgilerin çeşitli dereceleri vardır.
Keşf ve ilham yoluyla elde edilen en sağlam bilgiler bile ancak ilhama mazhar olan kişinin kendisi için delil olabilir.
Başkaları için bağlayıcı delil değildir.
Bu tür bilgilerden yararlanmak için bunların Kur´an ve hadislerin açık ve kesin hükümlerine aykırı olmaması şarttır. Ebû Saîd el-Harrâz´ın dediği gibi: ?Zâhirî (açık) hükümlere aykırı olan her bâtın (gizli, bilinmeyen, beş duyu ile algılanamayan) bâtıldır.?
Vesselam.
Kaynaklar:
T.D.V, İslam Ansiklopedisi, ?Tasavvuf? ve ?Tarikat?maddeleri.
D.İ.B, Dini Kavramlar Sözlüğü, ?Tasavvuf? ve ?Tarikat? kelimeleri.
D.İ.B, İlmihal-I, İman ve İbadetler, s, 63-66.