Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Tartışmanın Akışı ve Geldiği Noktanın Önemi

Kadir Canatan Yazdı;

Tartışmanın Akışı ve Geldiği Noktanın Önemi

Mümtazer Türköne ve Ali Bulaç’ın son yazılarıyla birlikte laiklik, diyanet ve şeriat gibi kavramlar üzerinde belirli bir uzlaşmaya varmak üzereyiz. Bu elbette sevindirici bir durum, demek ki tartışma ve müzakere yoluyla –teorik de olsa- belirli sorunların üstesinden gelebiliyoruz. Gözlem ve tecrübelerimden hareketle şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Eğer karşınızdaki kişi önyargı ve ezberlerden önemli ölçüde kurtulmuşsa ve hak-hakikat adına bir arayışı varsa kısa zamanda anlaşmanız ve uzlaşmanız mümkündür. Ama kişi belirli bir kliğe angaje olmuş ve o kliğin ürettiği söylemleri tartışılmaz dogmalar haline getirmişse, o zaman ne kadar tartışırsanız tartışınız geleceğiniz nokta başlangıç noktasıdır.

Türköne, uzun bir hocalık dönemini ve birikimini arkasına alarak konuşuyor. AKP döneminde yaşadığı olumlu ve olumsuz deneyimler ona farklı bir duyarlılık katmışsa benziyor, teorik birikim yanında yaşanan tecrübelerden de önemli dersler çıkararak yoluna devam ediyor. Kendisiyle ilk kez yurtdışından Ankara’ya döndüğüm yıllarda karşılaştık. Kendisini Gazi Üniversitesi’nde ziyaret etmiştim. Sonra İstanbul’da akademisyenlerle yapılan 7. Alevi Çalıştayı’nda bir araya geldik. 2000’li yıllarda “İslamcılığın Sonu”nu ilan eden tartışmalarını ilgiyle izlemiştim ve okumuştum. O tartışmaya yeniden dönmek istemiyorum ama ben şahsen hep “Politik İslam” ile “Entellektüel İslam” arasında bir ayrım yaptım. Daha 90’lı yıllarda Politik İslam’ın karşısına “Sivil İslamı” koyan Ali Bulaç’ın yaklaşımlarını isabetli buldum. Demek istiyorum ki, bir şeyin sonundan bahsedeceksek “Politik İslamcılığın Sonu”ndan bahsedebiliriz, ama entelektüel İslamcılık hep devam etmiştir ve devam edecektir.

Pek çok insanın kafasını karıştıran nokta, AKP’li kadrolarla İslamcılık arasında bir özdeşliğin kurulmasıdır. Oysa AKP başından beri bırakınız İslamcılığı temsil etmeyi Milli Görüş çizgisinden ayrılmış ve “Muhafazakâr ideoloji”yi benimsediğini ilan etmiştir. Bu kadronun içinde yer alan Yalçın Akdoğan da bu ideolojinin kitabını yazmıştır. Unutanlara ya da bilmeyenlere hatırlatmak isterim. Akdoğan, “Ak Parti ve Muhafazakâr Demokrasi” adlı kitabını 2004 yılında yayınlamıştır. Bu hareketin Milli Görüş çizgisinden ayrılmasını ve bugün bu noktaya gelmesini hiç garipsemedim. Yaptığı doğrulara hep destek verdim. Ama yanlışlarının eleştirilmesi gerektiğini de hep vurguladım. Herhangi bir gazetede köşe yazarı olmadığın için bunu insanların izlemesi elbette mümkün olmadı.

Batı dünyasında AKP ile İslamcılık arasında bir özdeşlik kurulmaktadır. Bunu onların cahilliğine ve hatta kötü niyetlerine bağlıyorum. Onların Türkiye’yi ve Türk siyasetini anlamak gibi bir dertleri yok. Amaçları, tüm Müslüman dünyada olduğu gibi İslami grup ve hareketlerin ne kadar tehlikeli ve düşman olduğunu göstermektir. Ama Türkiye’de olup bitenleri görüp de olgular arasındaki ilişkileri kuramayan zihinlere ne demek gerekir, bilmiyorum. Toplum ve siyaset, düşündüğümüzden çok dinamik ve kaygan. Birilerinin geçmişte Milli Görüş içinde yer almış olması onun bugün de Milli Görüşçü olduğu anlamına gelmediği gibi geçmişte Fethullahçılarla sıkı-fıkı olanların bugün de hep FETÖCÜ oldukları söylenemez!

Ali Bulaç ile tanışıklığımız daha gerilere gidiyor. Yanılmıyorsam seksenli yılların ikinci yarısında Hollanda’da Rotterdam kentinde bir kitap fuarında tanıştık. O günlerde yayınlanan Kitap Dergisi başta olmak üzere onun çıkardığı birçok dergide yazdım ve zaman zaman görüşmelerimiz oldu. Kitaplarının hepsini okumuşumdur. Birçok konuda hemfikir olduğumuz açıktır, ama bazı konularda ve detaylarda fikir ayrılıklarımız olmaktadır. Ali Bulaç’ı zaman zaman tartışmalı bir kişilik haline getiren, onun fikri gelişme süreci içinde, bazen önceki fikirleriyle çatışma pahasına da olsa farklı görüşler ortaya atmış olmasıdır. Çoğulculuk konusundaki görüşleri, onun “İslami devlet” anlayışını kökten değiştirmiştir. Bunu anlamaktan uzak kişiler onun temel fikirlerinden taviz verdiğini zannetmişlerdir. Ben, her kişinin fikrinde gelişmeler ve değişmeler olabileceğine inanıyorum. Eğer bir kimse fikrinde sabit ise, o kişi kendini geliştirmiyor demektir.

Ali Bulaç, son yazısıyla “din istismarı” konusunda söylenmesi gerekenleri söylemiş ve bu konuda bana bir şey bırakmamıştır. Her şeyin istismarı yapılabilir. Kişiler maalesef kendi liderlerinin istismarını yaptıkları gibi kendi öğreti ve ideolojilerinin de istismarını yapabilmektedirler. Bunun önünde durmak neredeyse imkânsızdır. Ben bir inançlı (dindar kelimesi anlamsız) kimsenin kendi dinini istismar etmesini, istismarın en yüksek biçimi olarak görüyorum. Eğer bir kimse kendi dinini dünyevi çıkarlar (para, şöhret, iktidar vs.) için istismar ediyorsa bu noktada tüm sözler bitmiştir. Din istismarı yapan kişinin kim olduğunun ve bunu hangi çıkarlar için yaptığının hiçbir önemi yoktur.

Bununla birlikte, özellikle siyasi çıkarlar için neden din istismarının ya da Atatürk istismarının yapıldığını anlamak son derece önemlidir. Bu noktada benim kanaatim şudur: Türkiye’de ve Türk siyasi kültüründe devlet ve siyaset o kadar merkezi ve önemli bir konudur ki, her şey onun uğruna harcanabilir. Kardeş katlinden din istismarına, Atatürk istismarından ideoloji istismarına kadar her şeyi istismar etmek caizdir! Bu faşizan bir devlet anlayışıdır. Faşizmin üç temel ilkesinden biri devleti yüceltmek ve kutsal addetmektir. Diğer ikisi ise, ırk üstünlüğü fikri ve yayılmacı siyasettir.

Bu nokta dikkate alınarak laiklik, şeriat ve anayasa kavramları tartışılırsa bir yere varmak mümkündür. Eğer bu kavramlar devleti merkeze koymayı ve yüceltmeyi sağlayacaksa bunların hiçbir anlamı yoktur. Bunlar boş ve hatta tehlikeli kavramlardır. Ama bu kavramlar bireyin hak ve özgürlüklerini geliştirmek ve toplumu devlet vesayetinden kurtarmaya yönelik ise o zaman faydalı bir iş görebilirler.

Son söz olarak şunu söylemek isterim: Benim için laiklik-sekülerlik ve şeriat gibi kavramların kendileri hiçbir önem arz etmiyor. Kavram fetişizmi de ciddi bir entelletüel sorunumuzdur. Önemli olan bu kavramlarla ne yapmak istediğimizdir. Türköne, ilginç bir şekilde laiklik kavramını “devlet karşısında vatandaşların eşitliği” olarak tanımlamıştır. Eğer bu laikliğin özü ise o zaman kavramdan vazgeçip özünü anayasaya dercetmek gerekir. Bu şekilde kavram tartışmalarının ve kavramsal fetişizminin önüne geçmiş oluruz.

 

Kaynak: Farklı Bakış



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

HABERLER