Ben yazımda İslâm’da tarikatların yeri var mıdır? Yok mudur? gibi bir konuya girmeyeceğim. Bu hem ilgi hem de bilgi alanımı aşan bir konudur. Ben burada tarikat olgusunun kurumsallaşmış biçimiyle toplumumuz açısından neye karşıt geldiğini saptayarak olaya birazcık insan hakları ve özgürlük üzerinden bakmayı denemek istiyorum.
Dinler tarihi ve din sosyolojisine aşina olanlara ma’lumdur ki hiçbir din ilk çıktığı gibi kalmaz ve ilk çıktığı zamandaki gibi de anlaşılıp yaşanmaz. Dünyada ilk günkü gibi yaşayan veya yaşatılan bir din olduğunu söylemek mümkün görünmemektedir.
Semavî ya da dünyevî hangi din olursa olsun zaman içerisinde önce mezheplere, sonra tarikat ve meşreplere bölünerek inanç ve uygulamada farklılaşan gruplar tarafından sahiplenilir. Bunun birçok sosyolojik felsefik, siyasî ve medenî sebepleri vardır.
İnançların birçoğunun akli ve bilimsel temeli yoktur. Bu açıdan bakıldığında din, mezhep, tarikat vb. inanç yapılarının kendi anlayışlarını mutlak doğru olarak görmelerinin de bilimsel doğruluğu yoktur.
Birçok bilim felsefesi uzmanının hemfikir olduğu nokta; bir şeyin bilimsel olabilmesi için, yanlışlanabilir ya da doğrulanabilir olması gerekir. Dinlerin ortaya koyduğu “hakikatlerin” ise doğrulanabilirlik ya da yanlışlanabilirlik niteliği taşıdığı söylenemez.
Din ile bilim arasında uyum olduğunu ya da çatışma olmadığını kanıtlamaya çalışan iyi niyetli islâm bilginlerinin de nitelikten ziyade niceliğe varan yorumlar oluşturduğu bilinmektedir. Bu bilginlerin yapmaya çalıştığı şeyin dini bilimselleştirmek değil, akla kapılar açarak, bir nevi bilimsel akıl yönteminden yararlanarak dini olanı aklileştirme olduğu söylenebilir.
İki uçlu yorum ve açıklamalar her dinin tarihi içerisinde olagelmiştir. Kutsalın saygınlığı mensubiyete bağlı olarak değişim gösterir. Bir mensubiyet grubunun kutsalı bir değeri için kutsallık arz etmek zorunda değildir.
Doğruların değişkenlik gösteren zihinleme dünyasından gerçeğe varmak için kullanılan yöntemler zamanla mutlakmış gibi görünerek aranılan şeyin yerine ikame edilmektedir.
İmam Gazali’nin “Filozofların Tutarsızlığı” ve bu kitaba karşı Rüşd'ün yazdığı “Tutarsızlığın Tutarsızlığı” esas alınan ve tutarlılığı sürdürebilirliğine bağlı akıl-sezgi ya da kalp akıl çatışması gibi kavramların zamanla araçsallıktan uzaklaştırılıp amaçsallaştırıldığı cümlenin malumudur.
İmam Gazali’nin akla güvensizlik diye adlandırabileceğimiz tutumuna karşı Rüşd’ün geliştirdiği felsefik akıl tutumu da özünde paralellik gösterir.
Metafizik bilim olmadığı gibi, tartışılan metafizik kavramlara uygulanan inceleme yöntemi de bilimsel olmak zorunda değildir.
Kendi özünde değişkenliği ve ilerlemeği esas edinmiş bilimsel disiplinlerin değişmez nassları olan inançların öngörüsel (emr-i itibari) doğrularını ya da yanlışlarını akla uygunluk yada uygunsuzluktan öte sorgulama gücü yoktur.
Halil Cibran şöyle bir hikaye anlatır:
Bir köpek bir kedi sürüsünün yanından geçiyordu. Şişman bir kedi diğerlerine va’z ediyordu.
- Kardeşlerim! Kutsal kitabımızın va’dettiği günler yaklaştı yakında gökten fare yağacak! Diyordu.
Köpek bıyık altından güldü ve şöyle dedi:
- Şu ahmaklara bakın! Bizim kutsallarımızdan nasıl da habersizler. Oysa gökten yağacak olan fare değil kemiktir.
Şimdi bu fablı birazcık ayrıştıralım. Fare, kedinin doğrusudur. Çünkü menüsünde en önemli yere sahip gıda faredir. Kedi için “cennet” farenin bol ve kolay ele geçtiği yerdir.
Kedinin fare üzerine kurduğu ideolojiye haydi “fareizm” diyelim. Köpeğin doğrusu ise kemiktir. Kedinin fare karşısındaki tavrı ne ise köpeğin de kemik karşısındaki tavrı aynı olacaktır.
Haydi, köpeğin, kemik üzerine geliştirdiği ideolojiye de “kemikizm” diyelim. Fakat bakıldığında kedinin fareizmi de köpeğin kemikizmi de menüdeki doğru seçimden ibarettir. Bu iki seçim de ihtiyacın ve iç doğanın belirlediği görece doğrulardır.
Peki, buradaki doğrular, kedi için “fare” köpek için “kemik” ise atlanmış gerçek ne?
Bu soruya verilmesi gereken cevap; elbette ki “açlık”tır. Aç iken tercih edilen menü değişiklik ve görece doğruluk karakteri gösterse de “açlığın” kendisi mutlaktır.
Kişiden kişiye göre şiddeti niceliği değişse de özü itibariyle gerçeğin ta kendisidir.
Maddî alemden alıntılanan bu örneğin elbette ki manevi alanların tamamını kuşatmayacağının farkındayız. Bununla birlikte inanmak ihtiyacı, (sadece gaybi onlana değil) insanların büyük bir kısmında mevcut bir sabitedir.
Bu sabitenin kişiye uygunluk gösterip göstermediği kişinin, toplumsal, ruhsal ve akılsal özelliklerin belirlenmesine kalmıştır demek, abartı olmayacaktır.
Biraz önce “fare ve kemik” üzerinden oluşturmaya çalıştığımız önermeyi inanca uyguladığımızda, inancın mutlak, inanılan nesne, kavram veya sistematiğin göreceli olduğu belirginleşmiş olur.
Bu söylediğimiz sözlerle bizim mutlak bir göreceliğe inandığımız zannedilmesin olguların mutlaklığına, doğanın gerçekliğine Dostoyevski’nin söylediği gibi her şeyin akla uygun olması düpedüz deliliktir, önermesine inanan birisi olarak, yakınlaşmayı engelleyen mutlak göreceliğin aşkı ve sevgiyi zedeleyeceğine inanmaktayız.
Konumuza dönersek, mutlak olanın görece yorumu insan aklının doğasında vardır. Bunu birçok din ve düşünce adamı söyleyegelmiştir. Bu değişik yorumlama biçimleri üzerinden birbirini din dışı gören, dışlayan mezhep, akım, cemaat ve tarikatların tarih boyunca varlıklarını sürdürdüğü gerçektir.
Bazı araştırmacılar sistematize olan din anlayışlarının zamanla toplumsal hayatta bazı kişi ve grupları mutsuz ettiği için, yerleşik anlayışa karşı çıkan birçok grup ve topluluğun mevcut din içinde yerleşmek için bir “niş” ararken yeni yorumlama biçimleri geliştirdiklerini söylemektedirler.
Bu durum Musevilikte Hristiyanlıkta ve İslâm dininde görülegelmiştir. Günümüze gelene dek Museviliğin onlarca, mezhep, tarikat ve cemaate bölündüğünü, Hristiyanlığın mezheplere bölündükten sonra birçok tarikat ve cemaate ayrıldığını bilmeyen yok gibidir. Bu durum son semavi din olan İslâm için de geçerlidir.
Ehl-i Kitap diye adlandırılan Musevilik ve Hristiyanlığın geçirmiş olduğu yorumlama sürecini bir tarafa bırakıp İslâm dini için düşündüğümüzde karşımıza şu manzara çıkar:
1. Siyasi Bölünme
Hz. Muhammed’in Müslümanlar tarafından mutluluk çağı (Asr-ı Saadet) diye adlandırdığı döneminden sonra, ufak tefek sorunlar, çıkmakla birlikte ilk üç halife Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman döneminde Müslümanlar arasında siyasi bölünmeler henüz görülmemektedir.
Hz. Osman dönemindeki bazı uygulamalara bağlı olarak Hz. Ali dönemine yansıyan bazı sorunlar Müslümanlar arasındaki ilk siyasi ayrışmanın habercisi olacaktır.
Hz. Osman’ın şehit edilmesinde kimlerin parmağı olduğunu Hz. Ali’nin araştırmadığını iddia eden Şam Valisi Muaviye Hz. Ali’nin hilafetini tanımadığını, kendisinin halife olduğunu ilan eder. Bu durum Hz. Ali ile Muaviye arasındaki Sıffin savaşına yol açacak bir faciaya dönüşür.
Hz. Ali ve Muaviye arasındaki savaş bazı nedenlerle barışla sonuçlanmayınca o dönemde üç grubun ya da ayrışmış üç ayrı grubun ortaya çıkması sonucunu doğurur.
- Şia-yı Ali
- Şia-yı Emevi
- Hariciler.
Yani Ali taraftarları, Emevi taraftarları ve Hz. Ali’yi de Muaviye’yi de Müslümanlar arasına ayrılık düşürdükleri için “din dışı” görenler.
Emevi şiası Emevi devletinin yıkılmasıyla birlikte tarihe karışırken, Ali şiası, özellikle de Hz. Hüseyin ve ailesinden birçok kişinin Kerbela’da Muaviyeoğlu Yezid’in askerlerince şehit edilmesinden sonra içine İran’ın milli bazı kültürel öğelerini de alarak bugün imamiye şiası diyebileceğimiz, İran Şiîliğinin temellerini oluşturmuştu.
Şianın değişik, kol ve yorumları olduğu gerçeğine burada konuyu dağıtmamak için girmiyoruz.
2. Fıkhi Bölünme
Hz. Peygamber’den sonra oluşan birçok medresede, İslâm dininin gündelik hayattaki ibadet ve uygulamaların şekline, nicelik ve niteliğine dair birçok yeni görüşler belirir.
Bu görüş ve anlayışlar, onları ilk konuşan ya da tartışan imamların adını alarak, sistematize olup fıkhi mezhepleri oluşturmuştur.
Önceleri sayıları çok fazla olan bu mezhepler, Sünni dünyanın “dört hak mezhep” tamlaması içerisinde, Hanefilik, Şafiilik, Hanbelilik ve Malikilik adını alarak günümüze kadar varlıklarını ve etkilerini sürdüregelmiştir.
3. Kelami Bölünme
Kelam bir çeşit din felsefesidir, denilebilir. Emevi döneminden başlayan, Allah’ın varlığı, imanın niteliği, kadar ve ilim; Kur’an-ı Kerim’in yaratık olup olmadığı, irade ve iradesizlik gibi felsefik tartışmalara, İslâm ümmetinin akide (inanç) sisteminde ayrışmaya yol açan kelam ekol ve mezheplerinin doğuşuna neden olmuştur.
Genellikle en meşhurları Mu’tezile, Cebriye, Kaderiye, Murciye, Maturidiye ve Eş’ariye gibi adları almıştır.
Aklı önceleyen Mu’tezile mensupları başlangıçta düşünce özgürlüğünü savunurken zamanla hakim oldukları yerlerde kendileri gibi düşünmeyenleri katletmek, şiddete başvurmak gibi düşünce özgürlüğü ile bağdaşmayan eylemlerin de içinde yer almışlardır.
Mu’tezile mezhebinin dinin emirlerinin kılıçla ve cebren tatbik edilmesi hususundaki görüşlerinin günümüzdeki bazı devlet ve devlet dışı İslâmcı grupları etkilediğini söylemek mümkündür.
4. Tasavvufi Bölünme
İslâm tasavvufunun kökenleri hakkında çok şeyler söylenegelmiştir. Kimileri tasavvufun Budizm, Maniheizm gibi Hint ve İran’ın kadim felsefelerinden etkilenmiş bir disiplin olduğunu söylerler.
Biz burada tartışmalı menşe konusuna girmek istemiyoruz. Kimileri tasavvufun Hz. Muhammed’den sonra, İslâm toplumunda maddeye, zenginliğe önem verenlerin çoğalmasına karşı bazı takva sahiplerinin Hz. Muhammed’in Hira mağarasına çekildiği zamanki saflık ve arı duruluğun özlemi olarak ortaya çıkardıklarını da söylerler.
Tasavvuf ve tarikat kavramları genellikle birlikte eş anlamlı olarak kullanılır. Fakat bu kullanım bir meşhur yanlıştır.
Tasavvuf, tarikati oluşturan akide, prensip, fikir ve irfanın genel adıdır.
Tarikat ise, tasavvufun şahsi hayata tatbikinden ibarettir.
Yani tasavvufun açtığı çerçeve ve perspektiften mürşid ile salik; şeyh ile mürit arasında meydana gelen manevi arınma eğitimi ve olgunlaşma terbiyesi olarak kabul görmüştür.
Mürid kelimesinin kökü “irade”dir. Mürşidin kelime kökü ise “rüş”dür. Rüşd, reşit olmak, akil baliğ olmak şeklindeki reşid kelimesinin kökenini oluşturur.
Bu mantıkla bakıldığında, mürid, mürşidine kendisini teslim ederek manevi olgunlaşmaya adım atmış olur.
Tasavvuf başlangıçta bir zühd (takva elini eteğini dünyadan çekmek) hareketi olarak hayata girer. Bu dönemde henüz tarikat, şeyh, mürid, tekke, dergâh, hangâh ve zaviyelerden söz etmek mümkün değildir.
Kelebazi, “Doğuş Devrinde Tasavvuf Taarruf” (Haz. Süleyman Uludağ, İst., 1992) adlı meşhur eserinde tarikat öncesi tasavvufun yani zühd hareketinin oluşumunu anlatır.
Kelebazi’nin eserinde tasavvufun menşeine kelimekökenine dair ayrıntılı bilgiler vardır. Burada dikkati çeken noktalardan birisi de başlangıç döneminde bile zühd ehline zahidden ziyade sûfî deniliyor olmasıdır.
Kelebazi, sûfîlerin Allah’ın sıfatları, Allah’ı görmek, şefaat, çocuk terbiyesi, marifet, ilim, ruh vs. hakkındaki görüşlerini ayrıntılarıyla anlatır.
Kelebazi, bu ilk dönem sûfîleri olrak Hasan Basri, Üveys-i Karani (bilinen adıyla Veysel Karani) gibi isimleri saysa da Hz. Ali ve Hz. Ali’nin soyundan gelen “Ehl-i Beyt” imamlarını da sûfîler arasında gösterir.
Bu ilk döneminden sonra birçok İslâm beldesinde ismi günümüze kadar gelen birçok sûfî mürşid ortaya çıkar.
Bu sûfî-zahidlerden sonra birçok isim tasavvufla ilgili eserler oluştururlar. Bu oluşum döneminden sonra tasavvuf kurumsallaşmaya başlar. Bu kurumsallaşma tarikat dönemini başlatır. Artık tasavvuf; mürşidler, pirler halifeler dönemine girecek saliklerin ve müridlerin eğitimi ve manevi yolculuğu tekkeler, zaviyeler yoluyla sürdürülecektir.
Mahir İz, Kelebazi’nin saydığı isimleri sayar, sonra tasavvufun tarikat dönemini anlatır. Buna göre tarikat öncesi bir zühd hareketi olan tasavvuf, kişiler etrafında ve onların isim ve lakaplarıyla anılacaktır.
Tarikatlar oluşurken tamamına yakını kendi tarikat gelenek ve silsilerini Hz. Muhammed ve dört halifeye dayandırma gayreti taşımışlardır.
Böylece tarikatın şeriatten ayrı bir şey olmadığı, şeriata uyarak tarikata, tarikatten de marifet ve hakikate ulaşılacağı düşüncesi Hicri 2. Yüzyıldan itibaren oluşan tarikatların 5. Yüzyıldan itibaren ana tematiğini oluşturan; adap, erkan, yol, zikir, vird, teşbih, çile, istihare, hizmet ve benzeri kavramlar ve dört halifenin prensiplerine göre uygulandığı daima en önemli vurgu olarak varlığını sürdürmüştür.
(Mahir İz “Tasavvuf” İst., 1969)
Bundan dolayı ilk dönem sûfîlerinden Zünnun-ı Mısrî, “Tasavvuf ve tarikat Mirac’ın gölgesi altında seyrusüluktan ibarettir” diyerek tasavvufun vahiyden kopuk bir şey olmadığını göstermeğe çalışmıştır.
Dediğimiz gibi 5. Hicri yüzyıldan itibaren tasavvuf, tasavvuf büyüklerinin elinde sistematik bir hale getirilmiş, dergâhlar, hangâhlar, tekkeler etrafında teşkilatlanmıştır.
İlk devresinde tohumları serpilen bu disiplin geniş sahalara yayılmış, böylece İslâm dininin yayıldığı hemen hemen her yerde büyük şahsiyetler yetişmiştir.
Devam edecek...