Tarih: 09.06.2023 10:45

Tarikatlar ve Politika

Facebook Twitter Linked-in

 

07.06.2023

Toplum hayatıyla geniş bir şekilde kaynaşmış, bir duyuş, düşünüş ve inanış sistemi olarak ortaya çıkan tasavvuf, başlangıçta nefis terbiyesine dayanan bir sistem olarak çok büyük fonksiyonlar icra etmiştir.

Tasavvuf düşüncesi, İslâmiyet’ten sonra Araplar tarafından kurulan ilk Tekke yaşantısıyla birlikte, Hint, İran ve Türk Mutasavvıfları tarafından geliştirilmiş, bir ölçüde Eski Yunan düşüncesinden de yararlandığı idi edilen bir kuram şeklini almıştır.

Batı’da tasavvuf :“Kâinatın sırlarını, kanunlarını ve bunların üzerinde tasarruf etme yollarını öğreten akım” anlamında “theosophy” veya herhangi bir dinin derunî, ruhanî yönünü belirten “mistisizm” (mystisisme) şeklinde algılanarak “İslâm Mistisizmi” diye ifade edilse de, tasavvufla mistisizm arasında belirgin farklar bulunduğunun anlaşılması üzerine “sufizm” kelimesi kullanılmaya başlanmıştır.

Bu düşünce, dinî kitapların verdiği bilgilerle kalmayarak, yaratılışın ve evrenin sırlarını daha geniş bir düşünceyle çözmeye çalışan bir felsefe, araştırma ve duygu akımı olarak da büyük fonksiyon icra etmiştir.

Tasavvufun aktif biçimde uygulanan bir usulünün oluşu, bir rehber, yani şeyh veya mürşit gibi kâmil insanların önderliğinde yaşanması, rehberlerin Hazret-i Peygamber’e kadar varan silsileleri, kişinin zevk, anlayış ve kavrayış seviyesine uygun bularak girdiği bir tasavvuf yolunun, yani tarikatın, kendine özgü, dinin gerekli gördüğü ve aklın güzel saydığı bütün söz ve davranışlar ve kalbe ferahlık veren zikir gibi özelliklerinden dolayı bir hayat tarzı olarak Müslümanlar arasında rağbet görmüş ve yayılma imkânını bulmuştur.

Tasavvufun manevi bir hayat tarzı olarak özellikleri, Kitap ve Sünnete uygunluğu, kulun Allah’a olan bağlılığı, Allah’ın dışındakilerle ilişkinin kesilmesi, kalp temizliği, nefis terbiyesi ve güzel ahlâk gibi işlevleri, Müslümanlar tarafından ilgi görmesine neden olmuştur.

Asr-ı Saâdet’ten itibaren devam eden zikir silsileleri çevresinde meydana gelen tasavvufî gruplar, zamanla değişik isimler altında isimler almış ve tarikatlar oluşturulmuştur. Tarikatların dini liderleri olan şeyhlerin, halk üzerindeki etkinlik ve otoriterlikleri, çok eski zamanlara dayanır. Her zaman Bey, Hükümdar ve Sultanların yanında saygın yerleri olan Şeyhler, dönem dönem halk nezdindeki etkinlikleri oldukça fazla görülmüş, hatta Osmanlı Padişahlarını endişelendirmişlerdir.  

  1. yüz yılın büyük düşünür ve bilgini Erzurumlu İbrahim Hakkı (1703-1780), bilim yolunda ilerlemek için İstanbul’da Sultan I. Mahmud’un (1730-1754) tahtta olduğu dönemde saray kütüphanesinden yaralanmak amacıyla Siirt’in Tillo kasabasında bulunan Şeyhi İsmail Fakirullah’tan Sultan’a hitaben yazılan bir mektup götürmeyi başarmış ve böylece saraydaki zengin kitaplıktan yararlanarak ikinci İstanbul seferi dönüşünde, ünlü bir eser olan Marifetnâme’yi (1756) kaleme almıştır…

İbrahim Hakkı deyip geçmemek gerekir. Konuyla ilgili ilginç bir tespitte bulunan Necip Fazıl, bir gerçeğe işaret etmektedir: “Kılığımızdaki sefalet,  ne petrol yokluğundandır ne de başka şeylerden. Mütefekkirimiz yoktur. Bunu bugün beklemek biraz saçma. Çünkü dün de yoktu.  Bir İmam Gazali, bir İmam Rabbani, bir Muhyiddin Arabi çapında mütefekkir gelmemiştir. O, halis bir devirdi. Onun son bakiyelerini ” Marifetname”de görürsünüz. Sahibi İbrahim Hakkı, kopist (kopyacı) olmakla beraber orijinal bir eser ortaya koymuştur. Zaman ve mekâna göre ilmin ne olduğunu onda bulursunuz. Kendisi bir dünya tecessüsü içindedir.”

Bölgede etkin olan şeyhlerden biri de Aziz Mahmut Urmevi’dir. Sultan IV. Murad (1612-1640), Bağdat seferine gitmek üzere bölgeden geçerken, Diyarbekir’in o dönemde ünlü olan şeyhi Aziz Mahmud Urmevi’nin misafiri olmuş, müritlerinin sayısı ile şeyhe bağlılıklarında ötürü Padişah, endişeye kapılmış ve dönüşte şeyhi öldürtmüştür.

Kürt toplumu içinde şeyhler, genellikle birçok yönden geniş bir etkiye sahip olmuşlardır. Bunların, sıradan ve yoksul ailelerin çocukları olmaları, halkın içinden çıkmaları, tarafgirlik ve aşiretçilik yapmamaları, zalim, gaddar ve baskıcı ağa ve beylere karşı çaresiz kalan halkın sığınağı haline gelmeleri, kitleleri irşat ve aydınlatmada etkin olmaları, geniş halk yığınlarının şeyhlerin etrafında toplanmasına neden olmuştur.

Bu bölgede Nakşibendi ve Kadiri tarikatları, halk arasında çok rağbet görmüş ve son çağlarda Mevlana Halid Şehrezori (Bağdadi)’nin Nakşibendi Tarikatı’nı Hindistan’daki Şeyh Abdullah Dehlevi’den yetki alarak Kürdistan mıntıkasına taşıması, yakın döneme kadar dini hayata damgasını vurmuştur.

Kürdistan mıntıkasında Şeyh aileleri, oldukça etkin olmuş ve bunlar içinde Şemdinan mıntıkasında Şeyh Ubeydullah ve oğlu Abdülkadir Nehri, Bitlis/Hizan’da Şeyh Fethullah ailesi, Palu’da Şeyh Ali Sebti ve torunu Şeyh Said, Bitlis-Norşin’de Şeyh Diyauddin Hazretleri (Taği), Irak-Süleymaniyeli Şeyh Mahmud Berzenci ve Barzan mınktıkasında Barzani ailesi, bunlara örnek olarak gösterilebilir…

Şeyh ailelerinin birinci kuşakları ölünce, sonraki kuşaklar, işi saltanata dönüştürmüş ve birçok tarikatta şeyhlik, babadan oğula devredilen bir miras haline geldiğinden büyük çapta etkinliklerini yitirmişlerdir.

 Şeyhlerin, dünya malına rağbet edilerek halk tarafından medreselere vakfedilmiş olan araziler şahsi mülkiyete geçirilip kullanmaya başlamaları, pek tasvip edilmemiştir. İşi, bir tür ağalık ve tüccarlığa çevirenler, bir müddet sonra İslami misyonlarını da bırakmışlardır. Özellikle siyasete bulaşmaları, halk nazarında değerlerinin git gide azalmasına ve halkın kendilerinden soğumasına neden olmuştur. (Gelecek yazıda Batı Anadolu’daki Tarikatların durumu ele alınacaktır)




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —