Tarih: 09.09.2020 00:51

Tarikatlar kapatılmalı mı?

Facebook Twitter Linked-in

Cumhuriyetin ilk dönemlerinde tarikatların kapatılmasını öngören devrim kanunları, bir açıdan tarihsel tekke-medrese kavgasında medresenin yani rasyonalitenin irrasyonellik olarak algıladığı şey üzerindeki galibiyeti ve 19. yy.’da ortaya çıkan pozitivizmin kendi yapısına uygun, en azından onunla çatışmayacak bir din arayışının ürünüydü. Öte yandan Osmanlı’nın son döneminde ortaya çıkan radikal modernlik arayışının tarikatlar gibi metafiziğe, sezgi ve duygulara hitap eden, kısmen sosyal gerçekliğini kaybetmiş tarikat, tekke ve zaviyelere sempatiyle bakması beklenemezdi.

Tarikatların bugün yaşadığımıza benzer sorunlar yaşaması modernleşme arayışlarının yoğunlaştığı Osmanlı İmparatorluğu’nu son döneminde tarikatları da içine alacak bürokratik bir denetleme mekanizmasını gündeme getirdi. Bu doğrultuda 1864 yılında tarikatların bağlı olması öngörülen Meclisi Meşayih’in kuruluyor ve bu kurum, dönemin Diyaneti sayılabilecek Şeyhülislamlığa bağlandı.

Meclis-i Meşayıh, bir taraftan tarikatların ana ritüellerinin yani zikir ve ayinlerin İslam’ın temel ilkeleriyle çelişmemesini sağlama gibi bir görevi deruhte ederken öte yandan da bu ritüelleri cami ve tekkelerle sınırlama gibi bir misyonu üstlendi. Burada devletin tarikatların sosyal rolünü sınırlamaya ve toplumsal nüfuzunu kısıtlamaya çalıştığı açık bir şekilde görülüyor. Muhtemelen Osmanlı bürokratları ve siyasi elit, tarikatları modernleşmenin önünde bir engel olarak görüyor ve radikal modernleşmeye yönelik en güçlü tepkiyi verecek kurumları işin en başında daha fazla nüfuz kazanmadan önüne geçmeye çalışıyordu.

İşin ilginç tarafı tarikatlara ilişkin şikâyetlerin çoğu yine tarikat mensuplarından geliyor olmasıdır. Örneğin rekabet eden şeyhlerin birbirlerini devlete şikâyet etmeleri üzerine devlet, şeyhlik kurumunun babadan oğula geçmesini önlemeye dönük tedbirler almıştır. Bu müdahalenin temel amacının tarikatların liyakat ve ehliyet adı altında aslında Sünni bir çizgide kalmasını sağlamak olduğu söylenebilir. O dönemde Yeniçeriliğin ve Bektaşiliğin kaldırılmasının yarattığı travmayı toplum ve devletin henüz atlamadığını göz önünde bulundurmakta fayda var.

Ancak siyasal elitin yine de tarikatları kendi amaçları doğrultusunda mobilize etme ve onlarla sıkı fıkı ilişkiler geliştirmekte bir beis görmemesi, meselenin çelişkili yönlerini ve farklı boyutlarını göstermesi açısından önemli. Örneğin radikal modernleşme yanlısı olan ve bu amaçla toplumu yukarıdan aşağıya dizayn etmekte bir mahzur görmeyen İttihat ve Terakki’nin bile tarikatları araçsallaştırdığını görebiliyoruz.

Ancak Şeyh Said ayaklanmasının tarikatların kapatılmasına ilişkin ana unsur olduğunu diğer sosyolojik nedenlerin bunun gölgesinde kaldığını söylemek mümkün. Bilindiği gibi Şeyh Said, Nakşibendi tarikatı şeyhiydi. Tabii tekke ve zaviyeler kanununu da Hilafetin ilgasından ayrı ele almak mümkün değil. Sonuç olarak radikal modernleşme kararının karşısına çıkabilecek bariyerlerin tasfiye edilmesi ve dinin kurumsal anlamda oynadığı merkezi rolün azaltılması, böylece dinin, tam da pozitivizmin istediği gibi Allah’la kul arasındaki bireysel bir ilişkiye indirilmesinin hedeflendiği söylenebilir.

Son olarak Cumhuriyeti oluşturan siyasi elitin dahi yeri geldiğinde kısa bir dönem hariç, cemaat ve tarikatlarla bir şekilde ilişki kurduğu göz önüne alındığında “zinhar istemezük, kapatılsın” gibi bir yaklaşım yerine bunun sosyolojik nedenleri üzerine kafa yormak gerekir. Meydana gelen çarpıklıkların sadece dinsel kurumlarda yaşanan bir bozulmadan kaynaklanmadığını aynı zamanda toplumsal olarak bir bozulma ve çürümüşlük içinde yüzdüğümüzü görmezden gelemeyiz.

Öte yandan cemaat ve tarikatlar hangi boşluğu dolduruyorlarsa o boşluğun ya da devlet ya da toplum tarafından doldurulması meselenin çözümüne katkı sağlar. Tepeden inmeci yasaklarla sorun çözülmez tersine büyütülmüş olur.




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —