Gazete Duvar'dan Kazım Gündoğan yazdı;
Sey Rıza, Usene Seyd, Fındıq Ağa, Hesen Ağa, Usene Sey Rızay, Ali Ağa, Hesene İvraime Qız 15 Kasım 1937 günü Elazığ Buğday Meydanı’nda idam edildiler.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin 4 Mayıs 1937 yılında Bakanlar Kurulu kararıyla başlattığı Dersim Tertelesi’nde on binlerce insan öldürüldü, on binlercesi yurtlarından, tarihinden, kültüründen, inancından koparılarak Türk ve Müslüman toplumun içinde “zorunlu iskan”a tabi tutuldu. Kızılbaş/Alevi, Kürt, Kırmanç/Zaza, Ermeni kız çocukları ise Türk ve Müslüman yapılmak üzere köklerinden koparılarak kimsesizliğe mahkum edildi.
Bütün gerici ve faşist iktidarlar, halklara karşı uyguladıkları politikalarına haklı ve meşru bir zemin hazırlamak isterler. Bunun için amaçlarını evrensel değerlerin ve kavramların içine yedirerek son derece etkili biçimde sunmaya çalışırlar.
Sözgelimi; yakın geçmişte Amerikan emperyalizmi Irak işgalinin gerçek nedenini gizlemek için, “Kimyasal silah var,” “Saddam diktatör,” “Biz Irak’a özgürlük götüreceğiz” yalanını son derece etkili biçimde kullandı. Libya, Suriye, Afganistan vb. yerlerde de benzer söylemler vardı. Türkiye’de ise, dönemin Başbakanı Bülent Ecevit 19 Aralık 2000’de gerçekleştirdiği hapishane katliamını haklı göstermek için katliamın adına,“ Hayata Dönüş” demişti. Cumhurbaşkanı R. T. Erdoğan’ın temsil ettiği iktidar ise uyguladığı politikalara “ileri demokrasi,” “Yeni Türkiye” diyebiliyor. Bu örnekleri çoğaltabiliriz.
Cumhuriyet Devleti’nin Dersim Katliamı’nı meşru göstermek için başvurduğu yalanlar da bunlardan farklı değildir. Yerine göre “feodalizmin tasfiyesi,” “İngilizlerin kışkırttığı Kürtlerin isyanı,” “ ilkel, rafizi, Kızılbaşların devlete karşı isyanı”nı bastırmak için yapılan harekat… Veya gayri medeni yaşayan bir toplumu “medeniyet”e kavuşturma gibi ulvi amaçlar… Kim medeni, kim değil, demokrasi nedir, ilkellik nedir vb tartışmalara girmeyeceğim. Zira devletin Osmanlı’dan beri uyguladığı Kızılbaşları İslamlaştırma politikalarına, Türkleştirme politikaları da eklenince kırımın nedenleri de açıkça görülebilir.
DERSİMLİLER CUMHURİYET'E KARŞI MIYDI?'
1937-38 yıllarında Dersim’de bir isyanın olup olmadığını anlamak için değişik açılardan bazı sorular sorarak yanıtlar almaya çalışalım. Hiç şüphesiz bu sorulara yeni ve değişik yanıtlar verilebilir. Bu bir, yeniden öğrenme ve ortak görüş oluşturma sürecidir. Dolayısıyla yanıtları mutlak doğrular olarak görmemek gerekir. Şöyle bir soruyla başlayalım: Dersimliler Cumhuriyet'e karşı mıydı?
Genel olarak Alevi-Kızılbaş ve özel olarak da Dersim toplumunun Osmanlı’dan Cumhuriyet'e geçiş sürecinde nasıl bir tavır aldığını bütünlüklü olarak incelemek gerekir. Bilindiği üzere, Dersim’in başından itibaren Cumhuriyet Devleti’ne karşı çıktığı ve isyan halinde olduğu görüşü resmi tarihçilerin vazgeçilmez iddiasıdır. Bu iddia doğru olmadığı gibi hakikatle de bağdaşmıyor.
Alevilerin Cumhuriyetle ilişkisi, çoğunluğu İttihat-Terakki içinden gelen Cumhuriyet Devleti’nin kurucu kadroları üzerinden kurulur. Giderek 1. Meclis üzerinden Alevilerle ve Dersimliler’le kurulan ilişkiye bakıldığında 400 yıllık Osmanlı Saltanatı ve Hilafet baskısının, zulmünün kaldırılacağı vaadi üzerinden şekillendirilir. Bu vaad tek başına, Alevi-Kızılbaş toplumunun Cumhuriyeti benimsemesi ya da benimsemese bile karşı olmaması açısından hayati bir öneme sahip olmuştur.
Bu nedenledir ki; Dersimliler’in büyük çoğunluğu da Cumhuriyeti tercih etme/benimseme eğilimindedir. Dersim aşiretleri Cumhuriyeti kuracak olan 1. Meclise 6 mebus (milletvekili) (Abdulhak Tevfik Bey, Diyab Ağa, Hasan Hayri Bey, Mustafa Ağa, Mustafa Zeki Bey, Ramiz Bey ) göndermeyi kabul ederler.
Osmanlıyla barışık olmayan Dersimliler’in sorunları Cumhuriyetle birlikte çözülmüyor elbet, ancak bunlara son verileceği vaadiyle ilişkiler önemli ölçüde yumuşatılıyor. Sancak beyleri üzerinden sürdürülen ilişkiler, aşiret liderleri ve Seyitlerle doğrudan ilişkiye dönüşünce devletle ilişkilerin zemini güçleniyor. Dolaysıyla Dersimliler bu “yeni” ilişki biçimini Osmanlı devlet yapısı ve zihniyetine tercih ediyor ve esas olarak karşı çıkmıyorlar. Çok değişik nedenlerle Cumhuriyeti benimsemeyen Dersimli aşiretler de vardır elbet. Ancak bunların toplamdaki yeri ve nüfusları sınırlıdır…
Yani Dersimliler, Hilafetçi Osmanlı’ya Cumhuriyeti tercih etmişlerdi. Sonraki yıllarda da Cumhuriyet Devleti’nin Kızılbaş/Alevi toplumuna yönelik İslamlaştırma ve katliam politikalarına rağmen “kötünün iyisi” olarak Cumhuriyetin savunucuları olmuşlardır. Elbette bu problemli ilişki her bakımdan sorgulanabilir, ancak önce bunun anlaşılması gerektiği düşüncesindeyim.
DERSİM İSYANI, KOÇGİRİ İSYANI'NIN DEVAMI MIDIR?
“Dersim isyanı” tezi bir yanıyla Koçgiri direnişi üzerinden temellendirilmeye çalışılır. Koçgiri katliamından sonra Dersim’e kaçan/sığınan Koçgirililer’in Dersim isyanını organize ettikleri anlatımı hem resmi Türk Tarih Tezi’nde, hem de Kürt Tarih Tezi’nde yer almaktadır. Koçgiri direniş önderlerinin Dersim’e sığındıkları ve orada bir örgütlenme çabasına girdikleri doğrudur. Hatta Koçgiri direnişini destekleyen birkaç aşiretin olduğu da bilinmektedir. Ancak Dersim aşiretlerinin büyük çoğunluğu bu sürecin dışında kalmışlardır. Koçgirililer’in bu çabası devletin 1925 yılında çıkardığı afla sona ermiştir. Aliser (Dakni) Efendi ve Zarife Xatun hariç direnişin liderleri Erzincan ve Elazığ da devlete teslim olmuşlardır. Kürt Tarih yazımı cephesinde “Dersim İsyanı” tezini geliştiren Baytar Nuri (Dersimi) 1926 yılından itibaren Dersim’den ayrılarak Elazığ’a yerleşmiştir. Alişer Efendi’nin Dersimde ki varlığı devlete teslim olmama ve orada bir yaşam kurma biçiminde katledildiği 9 Temmuz 1937 yılına kadar devam etmiştir. Dolayısıyla Dersim’de her hangi bir isyan olmadığı gibi bunun “Koçgiri İsyanı”yla ilişkisinin kurulma çabası da temelsizdir ve bir kurgudur.
DERSİMLİLER ŞEYH SAİT İSYANI'NI NEDEN DESTEKLEMEDİLER
Ulusal ve dini içerikli bir kalkışma olan 1925 yılındaki “Şeyh Sait İsyanı”na Dersimliler’in katılmaları bir yana, bu isyana oldukça mesafeli durmuş olmaları, üzerinde durulması gereken son derece önemli bir konudur. Zira Şeyh Sait isyanına karşı tutum Dersim’de Kürt ulusal bilincini ve ulusal örgütlenme düzeyini göstermesi bakımından son derece önemlidir.
Kürdistan’da Şeyh Sait ile başlayan ve 1930 Ağrı İsyanı’na kadar devam eden Cumhuriyet dönemi Kürt ulusal direnişleri ve katliamları incelendiğinde, Dersim aşiretlerinin hiç birine destek vermemiş olmaları düşündürücü değil midir? Bırakalım Dersim aşiretlerini; Kürt Teali Cemiyeti adına, “Dersim isyanına önderlik ettiği” iddia edilen Baytar Nuri (Dersimi)’nin, bu dönemde nerede ve ne yaptığı konusunun sorgulanmaya ve araştırılmaya değer olduğu kanısındayım.
Dersim aşiretleri, Cumhuriyete bağlılığını bildirmek ve var olan sorunları diyalog yoluyla çözmek için 1926 yılında Ankara’ya giderler. Aşiret reislerinin büyük kısmı buna katılır ve Çankaya Köşkü’nde ağırlanırlar. İşte bu gidişi ve görüşmeyi Vali Cemal Bardakçı ile Nuri Dersimi birlikte organize ederler. Bu durumu hem devlet belgelerinden, hem de Nuri Dersimi kitaplarından öğreniyoruz. Burada iki yeni soruya yanıt bulunması gerekir. Bir; isyan liderlerinden ve ‘’Seyit Rıza’nın sağ kolu’’ konumundaki Nuri Dersimi neden böyle bir rol üstlenir ve bunu neden yapar? İki; “isyan eden” veya etmek isteyen Dersimliler Ankaraya neden gitmiş olabilirler?
Bir başka soru ise; Nuri Dersimi’nin 1926 yılında Vali Cemal Bardakçı’nın “ Dersim’in en şerir aşireti” olarak lanse ettiği, Qocan (Koçuşağı) Aşireti’ne yönelik devlet tarafından gerçekleştirilen askeri harekâtta, Dersimli bazı aşiretlerle birlikte “görev” almasını nasıl açıklamak gerekir?
Yanıtlanması gereken pek çok soru olmakla birlikte Nuri Dersimi’nin “Dersim Kürt İsyanı” tezini temellendirmek için yazdıklarının sorgulanmaya ve kanıtlanmaya muhtaç olduğu düşüncesindeyim.
Aşiret yapısı “kolektif isyan” örgütlenmesine uygun mudur?
Dersim aşiret yapısının ilişki ve çelişkilerini incelediğimizde iddia edildiği gibi uzun süreli bir ittifakla “ kolektif isyan” organizasyonu yapabilme gerçeğinden uzak olduğunu görürüz. Öte yandan, aşiret yapısı incelendiğinde de, ne kadar aşiret varsa o kadar güç odağı olduğu ve bunların birbiriyle de kavgalı oldukları görülmektedir. Bu bağlamda Dersim’de homojen bir toplumsal şekillenmeden bahsedilemeyeceği gibi siyasi bir birliktenlikten de bahsetmek gerçekçi değildir. Söz gelimi resmi tarih anlatımında “1926 Dersim İsyanı” denilerek yaratılan algıyla zanedilir ki Dersim toplumu bütünlüklü bir isyana kalkışmış. Oysa orada devletin bir aşirete (Qocan) yönelik cezalandırma harekâtı/ katliamı söz konusudur.
Çarpıcı gerçek şudur: Qacan’ı diğer aşiretler sahiplenmediği/desteklemediği gibi, devletin yanında bu harekâta katılan aşiretler olduğu da bilinmektedir. Diğer bir örnek ise; “1930 Dersim İsyanı” olarak lanse edilen olaydır. Oysa bu, Pülümür Kazası’nda devletin birkaç aşiretten bazı gruplara yönelik gerçekleştirdiği bir asayiş operasyonudur. Bu grupların kendini savunması nedeniyle çıkan lokal çatışmanın adı resmi tarihte bilmem kaçıncı “Dersim İsyanı” olarak yazılmaktadır.
Belirtmek gerekir ki, Devlet Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren bütün Kürt illerinde ve Dersim’de ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal yaşam hakkında son derece ayrıntılı bilgiye sahiptir. Dersim’de, 1926 yılından itibaren sistematik olarak hazırlanan raporlar, hem derin bir istihbarat bilgisi, hem de geniş bir sosyolojik analiz içermektedir. 1928 yılından itibaren aşiretler arası çelişkileri derinleştirmek amacıyla, kışkırtmak ve ilişkileri bozmak amaçlı çalışmalar olduğu raporlarda da görülmektedir.
Devletin, bütün aşiretlerin kadın-erkek nüfusları, ekonomik ve sosyal durumları, silah sayıları, hatta hayvan sayıları, devletle ilişkileri, diğer aşiretlerle ilişkileri vb konularda hem Mah (istihbarat), hem de Umumi Müfettişlik üzerinden detaylı çalışmaları vardır.
Nitekim gerek İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın 1931 yılı Dersim gezisi ve raporu, gerek Başbakan İnönü’nün 1935 Şark (Kürt) Raporu, gerekse Jandarma Umum Komutanlığı’nın hazırladığı raporlarda, aşiretlerin devletle ilişkilerinin bütün detayları tespit ve analiz edilmektedir. Tabi bu raporlarda özellikle Şükrü Kaya ve İsmet İnönü’nün aşiret liderleriyle görüşmelerinden çıkardıkları sonuçlar oldukça önemlidir. Şükrü Kaya görüştüğü aşiret liderlerinin hepsinin “muti”(itaatkar) olduğunu belirtmektedir. Keza İnönü de benzer bir sonuca varmanın yanı sıra “ sayıları çok olmamakla birlikte 5-6 aşiretin Cumhuriyetin imar ve iskan programına karşı” olduklarını rapor etmektedir. Tüm bu süreçleri bütünlüklü anlayabilmek için, bu aşiretlerin kimler olduğuna , nerede ve nasıl yaşadıklarına, hangi nedenlerle devletin “imar ve iskan programına karşı” çıktıklarına, keza bu “imar ve iskan” denilen şeyin ne olduğuna da ayrıca bakmakta yarar var.
Elbette sayıları az olmakla birlikte Dersimin bazı aşiretleri çok farklı nedenlerle Osmanlıyı olduğu gibi Cumhuriyeti de benimsemediler. Tabi ki devlet bunu bir “asayiş sorunu” olarak değişik yöntemlerle çözebilirdi. Oysa bu durumu oradaki etnik ve inanç kimliklerine yönelik yapacağı katliamın gerekçesi olarak kullanmayı tercih etti. Ne yazık ki buna karşı genel bir direniş organize edilemedi, isteseler de edemezlerdi; zira Dersimliler’in büyük kısmı silahlarını 1936 yılında teslim etmişlerdi. Direnen aşiretler oldu elbet. Evlerini, yurtlarını, yaşam tarzlarını, inançlarını, koruma güdüsüyle direndiler. Bu anlamda elbette bir direnişten söz edilebilir. Bu haklı ve meşru bir direnişti. Ancak son derece güçsüz ve lokaldi.
'İSYANCI'LAR NEDEN SİLAHLARINI TESLİM ETTİ?
Cumhuriyet Devleti 1936 yılında Dersim de silah toplama kararı aldı. İnönü’nün sözünü ettiği beş- altı aşiret dışında neredeyse bütün Dersimliler silahlarını teslim ettiler. JUK (Jandarma Umum Komutanlığı)’un raporuna göre Dersim Aşiretleri’nin elinde toplam 9.070 adet silah bulunmaktaydı. Aynı rapora göre teslim edilen silah sayısı: 7.880 adettir. (N. Hakkı Uluğ, Tunceli Medeniyete Açılıyor). (Yani 1190 silah teslim edilmemiş) Burada şu soru sorulabilir; Silahını teslim etmeyen aşiretler hangileriydi ve neden teslim etmediler? Görüldüğü kadarıyla bu aşiretler daha çok Harçik suyunun kuzeyinde, Munzur suyunun kuzey doğusunda olan ve “iç Dersim” sonraki zamanlarda da “yasak mıntıka” olarak adlandırılan bölgede yaşayan ve Başbakan İnönü’ün sözünü ettiği “ 5-6 aşiret”dir. Bu mıntıkanın coğrafi, ekonomik ve sosyal yapısı incelendiğinde o koşullarda neredeyse tek “geçim aracı”nın silah olduğu görülecektir. Dolayısıyla ekonomik ve sosyal nedenlerle silahını teslim etmedikleri ve genel bir katliam harekatı olduğunda da buna karşı direndikleri söylenebilir.
DEVLET DERSİM'E NEDEN GİREMİYOR?
“Devlet tarih boyunca Dersim’e giremedi”mi? Bu son derece tartışmalı bir konudur. Birincisi; bundan ne anlaşılmaktadır?
İkincisi; Osmanlı devletinin idari yapısıyla Cumhuriyet devletinin idari yapısı bir ve aynı mıdır? Özellikle Osmanlı devletinin idari yapısı incelenmeden bunun yeterince anlaşılamayacağı kanısındayım. Devletin girmesi veya girememesinden ne anlıyoruz? 16.yüzyıldan itibaren ele alırsak, Osmanlı ile en sorunlu dönemlerde bile “Sancak Beyliğı” üzerinden, doğrudan veya dolaylı bir idari sistemin içinde olduğu gibi, bu bölgenin değişik dönemlerde değişik idari merkezlere bağlı olduğunu görüyoruz. Söz gelimi Prof. Dr. Mehmet Ali ÜNAL'ın “16. yüzyılda Çemişgezek Sancağı” adlı çalışması son derece önemli bir belgedir. Bu belgeler, Osmanlı Devleti’nin Dersim coğrafyasında esas olarak var olduğunu gösteriyor.
Keza Cumhuriyet Devleti’nin 1938’e kadar Dersim’e giremediği algısı da tamamen yanlıştır. 1925 yılı sonrasında da Kaymakamlıklar üzerinden Elazığ’a bağlanan Pertek, Çemişgezek, Mazgirt, Hozat, Nazimiye ve Erzincan’a bağlı olan Pülümür’de de devletin idari yapısı mevcuttur.
Ayrıca; Türkiye de 1927 yılında yapılan ilk nüfus sayımında DİE raporlarına göre hemen tüm köylere dair detaylı nüfus bilgilerinin mevcut olduğu da görülmektedir. Devlet, nasıl oluyor da “Dersim’e giremiyor”du?
Çarpıcı bir bilgi aktarmak isterim: 1936 yılında Dersim’de “sakat” nüfus: 350 ‘kör,’ 240 kolu ‘çolak,’ 26 iki kolu ‘çolak,’ 334 bir ayağı ‘topal,’ 85 iki ayağı ‘topal,’131 sağır ve dilsiz, 36 ‘kambur,’ 40 ‘kötürüm,’ 79 müteaddit ‘sakat,’ 31 sair ‘sakat.’
Dersim de ‘sağlam’ nüfusun toplamı: 91.807 kişidir. (Ö. Kemal Ağar. Tunceli Dersim Coğrafyası)
“Dersimliler vergi vermedi” mi?
Elbette vermeyenler vardı. Peki neden? Yokluk yoksulluk nedeniyle mi yoksa “ ben seni tanımıyorum vergi vermeyeceğim” diye mi? Son derece zayıf bir ekonomik güce sahip olan bazı aşiret mensupları geçimini sağlamak için çoğu zaman komşu il, ilçe ve köylere “talan”a gider oradan getirdikleriyle yaşamını sürdürürlerdi. Bazı bölgeler için bir “talan ekonomisi” olduğu da söylenebilir. Bu gerçeklik içinde nasıl vergi verilebilir ki? Kaldı ki sırf vergi vermedi diye bir toplumu, bir kültürü hedef tahtasına koymak ve soykırıma tabi tutmak nasıl meşru ve haklı görülebilir? Aynı dönemde ülkenin başka bölgelerinde vergi vermediler diye katliama uğratılan başka bir topluluk var mıdır? Kaldı ki, Osmanlı tahrir defterleri ( M.Ali Ünal Çemişgesek Sancağı) incelendiğinde vergi oranları görülebilir. Keza Cumhuriyet döneminde de Dersimliler’in önemli oranda vergi verdiklerini 1939 yılından itibaren CHP Tunceli Milletvekili olan C. Sahir Sıla’dan öğreniyoruz. Sözgelimi; “1936-37 yıllarında Tunceli’de belirlenen vergi ile tahsil edilen vergi rakamları birbirine yakındır. Bu rakamlar 1940’lı yıllar da devlet otoritesinin sağlandığı dönemlerle neredeyse aynıdır.” (C. Sahir Sıla. CHP milletvekili. Dersim Raporu)