Sait Alioğlu'nun, Özgün İrade Dergisi 2020 Eylül (197.) Sayısında yayınlanan yazısı...
12 Eylül: Koca Kırk İki Yıllık Bir Zaman Süreci...
"Asmayıp da besleyecek miydik?!"
Rahmetli annem, şapka inkilabı döneminde, bir namaz vakti cami çıkışında, sırf sarık taktığı için jandarmalar tarafından darbedilen müezzin-kayyım olan babasının, yani dedemin, eve geldiğinde, yüzünden kanların aktığı acıklı halini gördüğünden,vefat ettiği onlarca yıl boyunca, Kemalistlerin acı hatırasını, ömür boyu taşıdı. Bu hediye, tıp dilinde, yarı baş ağrısı olarak tanımlanan miğren hastalığı idi...
Kelebek etkisi misali; miğren, miğreni; acı, acıyı, eza,ezayı; sıkıntı, sıkıntıyı takip etmiş ve onlarca yıl, sürüp gitmişti, acı içerisinde nice darbelere göğüs gererek. Zaten, ne olduğunu tam bilmedikleri ve kendilerine bir faydası da olmayacak bir yaşam tarzı için, zulüm ve eziyet görmelerinin de etkisiyle, kendi dünyalarında, ama dışarıya o derece kapalı bir hayatı yaşamak zorunda kalmışlardı. "Zorunda kalmışlardı" diyoruz; zira günümüzden bakıldığında, kendi inanç değerlerini ve kültürlerini kormuşlar, ama ortaya konan o inkilaplar sebebiyle, Kemalist elitler tarafından, mecburi bir hayatı solumak zorunda kalmışlardı. Bu zorunda kalışı, biz, onlarca yıl sonra, inkilap ve darbelere çeşitli açılardan aşina kalmamızdan dolayı, tüm çıplaklığıyla görmekteydik.
Onlar ümmiydi, çeper dışında kalmış/tutulmuşlardı; dar çemberlerle sıkıştırılmışlardı, ama yaşanan onca acıyı, onlar hal diliyle ve irfanla aşmaya çalışmışlardı. Elbette, onların, biz çocuklarına ve hatta -nasip ise- torunlarına, anlayabildikleri oranda; devrimleri/inkilapları ve daha sonra meydana gelen darbeleri, bizlere aktarmak; bizleri,çektikleri acılara şahit kılmak ve darbecilerin ne zalim şeyler olduğunu bizlere aktarmak ve haliyle bizleri de temkinli olmaya ikna etmek. Zalime karşı temkinli ve teyakkuz halinde olmak...
Onların, çocuklarının büyük bölümünün henüz 'bala' olduğu ve torunların ise muhayyelde düşünüldüğü bir ortamda, ordu içerisinde bulunan dar bir Kemalist kadro(cunta); "halkın sesi"nı kısmak için 60 ihtilalini gerçekleştirmişti. Niçin ihtilal? Zira ihtilal inkılaptan da farklı bir şeydi. İhtilal, Kemalist yapı içerisinde kendine yer bulan dönemin sosyalist solunun; kendi meşrebince bildiği, uygulamaya çalıştığı bir kıstastı da ondan...
Daha sonra, 60 ihtilali,bu sol kanat tarafından beğenilmemiş olacak ki, 9 Mart'a tevessül edeceklerdi. Ama onlar, yine ordu içerisinde, kendilerine karşı, hatta, devleti, orduyu, ülkeyi ve halkı savunur görünen bir başka Kemalist kadro tarafından derdest edilmişlerdi. Yani, anlayacağınız; hepsi de seküler olmalarına rağmen, sol Kemalist kadro(ör. Madanoğlu cuntası), 9 Martçılara karşı, adları 12 Martçı olan Kemalist ulusalcı kadro tarafından devre dışı bırakılmıştı.
Sol Kemalist kadro, darbe girişiminde başarısız olmuştu, ama 60 darbesine istinaden oluşturulan 61 anayasasının, toplumun tümüne sunduğu anayasal hakları çok iyi ve ustalıklı bir şekilde kullandığından dolayı, kültürel iktidarın sahibi olmuştu. Bu kültürel sahibiyetin yanında, solun, kendi karşıtını doğurma mantığı içerisinde, kendisi ile birlikte silahlanan sağcı/ülkücü kesiminde, meydanda var olmaya yönelik hareketliliğe binaen; "ülke elden gidiyor" saikiyle, yine ordunun komuta kademesinin başını çektiği 12 Eylül darbesi oluşmuştu.
Bu ihtilal değil; inkilap ya da harekâttı. Zira burada sol bir anlayış yok, onun yerine Kemalizm'i koruma ve kollama durumuna istinaden bir başka durum vardı. O da seküler sağ saiklerle duruma el koymak, işe vaziyet etmekti. Ama sağ ve sol kanat dışında kalan/duran Müslüman çoğunluğa yutturulmak istenen darbe...
Yukarıda rahmetli annemden, onun, onlarca yılına mal olan şapka inkilabının açmış olduğu yaraya, acıya temas buyurmuştuk. Bende, 12 Eylül'ün arefesinde kendi düşünce skalam içerisinde; yanlışlarla, kara/kötü düzenle mücadele etmeye çalışan, hatta eden bir genç çocuk olarak, 12 Eylül sabahına, mahalle camiinin müezzininin, okuduğu sala sonrası yapmış olduğu duyuruyu dinleyerek uyanmış oldum.
Uyku mahmurluğu içerisinde, konuyu anlamaya çalışıyordum ki, annemin, yattığı odaya gelip, bana "oğlum, ne yapacaksın/ız bu durumda?"demesi karşısında, afallamıştım. Sanki, vadem doldu, ölüm meleği(halk diliyle 'azrail') ruhumu kabzedecek, ya da bir asker, polis beni alıp götüreceklerdi türünden, bilinçli, bilinçsiz birtakım duygulara kapılmıştım. Önce, annemin ne demek istediğini anlamaya çalıştım. Adeta gün ağarır gibi, annem, hemen her darbe sürecinde, birilerinin, şu ya da bu şekilde derdest edilip sorgulanmak üzere götürüldüğünü yakından bildiği için, o endişe ile tecrübesini konuşturmuş ve benim/bizim ne yapacağımızı, neler yapabileceğimizi öğrenmek istemişti. Ana yüreği işte...
Yine, yukarıda belirtmeye çalıştığım üzere, adeta günün ağarması ve sabaha dönmesi ve her yerin apak olması gibi, annemin, olan, biten konusunda nasıl tavır alacağımızı merak ederek, bana sormuş olduğu sorunun cevabı bir anda hazır olmuştu. O da, "ana, biz halkız ve haklıyız; onlar ise geçici" idi.
Rahmetlik annem, benden bu cevabı duyunca, "ah, oğlum ah. keşke senin dediğin gibi olsa. Ama öyle olmuyor ki" ifadesini kullandı. Başladı, tecrübe konuştu; şapka inkilabında olup bitenleri; soyadı kanunu dönemini; yerelde vukubulan bazı olayları, başta Nurculara, tarikatlara yönelik tutuklama furyasını, Kürtlere yapılanları, 60 darbesini ve benim de çocukluğuma denk gelen 71 Mart muhtırasını; bu olan bitenle ilgili olarak bildiklerini anlatmaya başladı. Gerçi, ailemin(dedemlerin, büyüklerimin, babamın) yaşadıkları hakkında epey malumatım vardı. Konuya dair birçok 'özel ve genel' bilgiye de, 12 Eylül'e ramak kala, okuduklarımdan elde etmiştim. Ama zaman içerisinde bize uygun bulduğumuz birtakım ideolojik farklı durumlara binaen, bazı manzaraların gözden kaçmış olabileceğini, hatta kaçtığını, zaman içerisinde öğrenmiş olduk
Bunlar kısaca; Belki de Türkiye gibi nev-i şahsına münhasır bir ülkeye özgü olarak; zahiren bakıldığında birbirinin karşıtı, zıttı olarak görülebilen Kemalizm ile bazı farklı yönleri bulunuyor olsa da, bilumum solun, birbirinin müteradifi olduğu gerçeği ıskalanabilmişti...
Evet, o nüansı ıskalamıştık. Ama zaman içerisinde, şartları birbirine benzeyen birçok ideolojik durum, aslında aynı şey olduğu kendini, bizzat kendisi ele veriyordu. Onların temel gayesi, Avrupa merkezli ilerlemeci durum; batıcı söylem ve sömürgeci mantık idi; Ha Kemalist, ha sosyalist, ha Feminizm... Hatta bunlarla uyuşması, çoğu insan tarafından pek de uygun görülmeyen liberalizm de Avrupa merkezci sömürgeci mantığa sahip idi...
Önceleri sağcılığa ve muhafazakarlığa karşı alınan cephe durunu, zamanla, bu arızî durumları bir kenara bırakıp, okunu İslam'a çevirmişti. Bunda da, birtakım 'rasyonel, reel' durumlar vardı.
Ne yazık ki, bu rasyonel ve reel durumlar, sözde İslam içre duran geniş kesimlerin, zamanla sağcılığı, muhafazakarlığı, hatta milliyetçiliği İslam sanması, onları adeta İslam'ın kültürel varyantları kabilinden değerlendirmesine koşut olarak, kapitalist Batı bağlamında ve Batı için söylenen "Din, kitlelerin afyonudur" mottosu, uzun bir dönem aldatıcı bir ifade olarak, bilimsel(dini) olarak kabul görmüştü; babaları, dedeleri, nineleri Kemalist darbecilerin zulmüne uğrayan ilerici(!) genç kitleler tarafından...
Kemalist inkilapların yapılma gayesinin, bu ülkede İslam'ın önünün kesilmesi, kökünün kurutulması olduğu belliydi. Bu kısmen yapıldı ve başarılı oldu, ama onun kökü kurutulamadı; eksik kalsa da farklı şekillerde kendine yer buldu. Bu minvalde muhafazakarlık bile Kemalist sistemi için sıkıntılı bir şeydi. Onlarda yapılacak olan darbelerle ortadan kaldırılabilirdi. Ama 12 Eylül'ün muhafazakarları da hedef alması, Özal'ın, büyük oranda Amerikancılık uğruna serdettiği liberal politikaların sol tarafından, sözde "İslam adına" yanlış ve yanlı olarak algılanması sonucu, sanki 12 Eylül, dindar kesim için yapılmış bir havaya büründürülmüştü..
Halk arasında "didine didine, çıktık ocak dibine" diye meşhur bir deyim vardı. Bu deyim, ulaşılması menzil için çaba sarfetmeyi öngörürdü. İşte bizde, bir tarihte, yanlış anlaşılan ve yanlış olarak yaşanan ve doğal olarak yanlış sonuç veren -dinin kendisi değil- dinî anlayışın sakatlığından kaynaklanan faturanın, artık şişkin bir şekilde ödenmemesi için bir yolun, yöntemin olması gerekirdi. Bu da, dinî düşünce adına şu ya da bu değil, bizzat İslamcılık idi...
Yukarıda belirtmeye çalıştığımız gibi -dinin bizzat kendisi değil- ona nispeten oluşturulan ve doğal olarak yanlış sonuç veren yürürlükte bulunan klasik, eksik ve hatalı dini düşüncenin yerine, en uygun olan İslamcılık düşüncesi; gerek öteden beri İslamcılık içerisinde bulunan zevatın ve gerekse de sol ve ülkücü kesim içerisinden gelen, İslam'a avdet eden, ona vasıl olan, vuslata eren mühtedilerin, hem 12 Eylül'den, hem yapılan diğer darbelerden, uygulamalardan haberdar olup hesap sorması, bir tılsımı da bozmuş oluyordu. O tılsım, Kemalizm, buna bağlı olarak başta sol olmak üzere Batıcı ideolojiler ve Müslüman'a uygun diye onlarca yıldır 'din kisvesi altında yutturulmaya çalışılan tüm sağcılık halleri de, 12 Eylül sonrasında, İslam ve İslamcılık okumaları sayesinde Müslümanların üzeriden peyderpey kalkmış oluyordu.
Genelde tüm Müslümanlar ve özelde de İslamcılar olarak, bu Batıcı ideolojilere karşı olmak ayrı bir konu olmakla birlikte; her dem içre ve adaletli tavır ve tutum sergileyerek, zalime karşı birlikte mücadele edilebilir miydi? Elbette, ama şartlarının sağlamasını ciddiyet içerisinde ele alıp yapmak kaydıyla...
Bizde, koca kırk yılın dörtte üçüne tekabül eden uzunca süreçte, yanlışları ve doğuları ile İslam'da karar kılarak, dini Allah(c)'a has kılarak, karınca, kararınca bir şeyler yapmak ve yapabilmek için, dinin anlaşılması ve yaşanabilmesi adına, salt maddi -parasal değil- planda İslamcılık ile yolumuza devam ediyoruz. Biz bu yola girdiğimizde, sol içerisinde bulunmuş, ama daha sonra İslam'da karar kılmış Roger Garoudy gibi birçok aydın ve entelektüel; Türkiyeli, Avrupalı ve çeşitli İslam ülkelerinden(ör. Cabiri) birçok insanımızda vardı. Ki bunlarda bize ivme kazandırmıştı haliyle...
Darbeye, darbelere ve darbeciliğe iman içre; aklen, ruhen ve fikren karşı durma temennisiyle...