Adeviye tarikatının Yezidiliğe dönüşüm sürecini daha rahat kavrayabilmek için biraz sosyolojiye bakmak gerekir. Zira tarikatların zaman içerisindeki dönüşümleri sosyal tarihin konusudur.
Tarihte olduğundan farklı bir şeye dönüşen bütün tarikatlar; Safevilik, İsmaililer, Suhreverdiler, Adeviler vb. gibi tarikatlarda uzunca bir karanlık dönem geçmiştir.
İstisnaların kaideyi bozmayacağı gerçeğini göz ardı etmeden, günümüzde bile tarikatların dönüşümünü çok rahatlıkla gözlemleyebiliriz. Şöyle ki;
Tarikatın kurucusu dede şeyh genellikle müttaki, mütevazi, zahit ve halkın teveccühüne mazhar olabilecek kadar dindar ve "keramet" sahibi ehli iman birisidir.
Halk teveccüh gösterip onun dergahı etrafına toplanınca yavaş yavaş orada hem maddi hem de manevi bir artı değer toplanır. Dergâh zenginleşir. Geleni gideni çoğalır.
Eğer bu dergahın bir veliahttı varsa, o babası gibi özelliklere sahip olmazsa da, yine müritlerinden fazlasıyla saygı görür.
Bu süreçte dergahın müritleri ve müritlerin çevresi, eski şeyhin halifeleri, yeni şeyhin de tayin edeceği halifeleri derken artık yavaş yavaş sadece zikir cemaati değil, daha büyük bir organizasyona dönüşür.
Bir süre sonra ise siyasallaşma süreci de başlar bu dergahın çevresinde.
Dergâh üçüncü kuşaktan itibaren kendiliğinden büyümüş, iç ticaret gelişmiş ve artık siyaseti etkileyebilecek duruma gelmiştir.
Tam bu süreçte ya torun şeyh bizzat siyasete girmiştir (Süleymancılar, Hizanlılar, Şeyh Sait ailesi v.s) ya da tarikata hizmet etsin diye güvenilir bir veya bir kaç müridi siyasete sokmuşlardır (Menzilciler, Mahmut Hoca, Esat Coşan Çevresi, Altın Olukçular vs).
Dediğim gibi "istisnalar kaideyi bozmaz", ama tarikatlarda dönüşüm bu şekilde oluşuyor.
Şimdi tekrar tarihe dönebiliriz. Tarihimizde dönüşüm süreci en ilginç tarikatlardan biri de kuruluşunda Kürt-Şafii ve Sünni olan Safevi tarikatının yaklaşık yüz elli yıl sonra karşımıza Türkmen ve Şii bir tarikat olarak çıkmasıdır.
Aleviler konusunda uzun süredir çalışan Dr. Rıza Yıldırım, Aleviliğin Doğuşu adlı değerli kitabında bu konudan bahsederken "karanlık tünel" metaforunu kullanarak aynen şöyle diyor;
Şeyh Safi ve Cüneyd arasındaki bu dönem Erdebil sufiliğinin tipik bir tarikat olarak girip çok sayıda gulat unsurunu içinde barındıran Şii-militan-Mehdici bir mistik hareket olarak çıktığı uzun karanlık bir tünele benzer.
"Tünel" boyunca bu dönüşümün nasıl gerçekleştiği yeterince belgelenmemiş olduğundan dönüşüm mekanizmasını, dinamiklerini, sosyo-kültürel ve teolojik arka planını layıkıyla belirlememiz neredeyse imkansızdır.
(Yıldırım - 2017 İletişim)
Safevilerin dönüşüm süreci adı geçen kitapta izlenebilir.
Biz asıl konumuza; Adeviliğin, Yezidiliğe dönüşüm sürecine bakalım.
Fotoğraf: Murat Adıyaman
Adevilerde de bir "karanlık tünel" dönemi vardır ve bu tünel Şeyh Hasan zamanında oluşmaya başlamıştır.
1195 miladi tarihinde Laleş'te dünyaya gelen Şeyh Hasan, babası Şeyh Adi b. Sahr'ın vefatından sonra, kuvvetli bir ihtimal ile 1228 yılında, daha 33 yaşında iken tarikatın başına geçer.
Şeyh Hasan'ın "bilgili, delil getirmede başarılı, dili akıcı, birçok olağanüstü özelliklerle donatılmış, nadir bir zekaya sahip kişilerden biri" olduğunu yazmış İbni Şakir.
Zehebi ise, bütün bu olumlu özelliklerine rağmen "itikadinin ehli sünnete aykırı olduğunu" ve "Şeyh Adi ile aralarında dağlar kadar fark olduğunu" belirtmiştir.
Şeyh Hasan, Şeyhliği döneminde Musul'a gelen Şeyh Muhyiddin b. Arabi ile görüşmüş ve onun Vahdetul-Vücud, Hülûl ve İttihad gibi düşüncelerinden etkilenmiştir.
Zaten tasavvuf ehli arasında Şeytan'ın ilk Muvahhid olduğu konusu da ta Hallac-ı Mansur'dan beri tartışılıyordu.
Vahdet-i vücûd düşüncesi varlığı, mümkün ve zorunlu kısımlarına ayrılmadan önce kendinde bir hakikat şeklinde ele alıp zorunlu ve mümkünü onun iki kutbu saymak suretiyle Hak ile halkı yani yaratılmışları izâfet ilişkisiyle birbirine bağlar.
Böylece Tanrı-insan ilişkileri başta olmak üzere birlik-çokluk sorunu, insan iradesi ve özgürlüğü, âlemdeki kötülük problemi, sebeplilik vb. metafizik konularla iman ve akîdenin anlamı, ahlâk konuları ve çeşitli dinî konular hakkında kapsamlı ve sistematik bir düşünce ortaya koyar.
Kainatın birliği, yaratıcının her yaratılandaki varlığı gibi.
Vahdet-i vücud, düşüncesi, tarikat ehlinde Allah'ın veliler tarafından görülebileceği, velilerin Allahın iradesini bir parçası olarak yaptıkları şeyin Allah tarafından istendiği vb. gibi bir çok konuda aşırıya gitmelerine de sebep olmuştur.
Hulûl ise “ilâhî zâtın veya sıfatların yaratıklardan birine, bir kısmına yahut tamamına intikal edip onlarla birleşmesi, Allah’ın insan veya başka bir maddî varlık görünümünde ortaya çıkması” diye tanımlanabilir.
Aynı şekilde hulûl'un “gül suyunun güle sirayet etmesi gibi iki cismin birleşmesi, varlıkla onun mahalli veya arazla cevher arasındaki münasebet, bir şeyin mevcudiyetinin diğerinin mevcudiyetiyle aynı olması” gibi değişik bir halin, kendisinin artık normal bir insan olmadığı vehmine kapılmış bir insan için, kendisini Tanrı'nın yeryüzündeki mücessem hali olarak görmesine vesile olmuştur.
Bu türden yeni düşüncelere kapılan Şeyh Hasan inzivaya çekilmiş ve altı yıl boyunca müritleri ile olan ilişkisini kardeşi Fahreddin sağlamıştır.
Yine tasavvuf ehlindeki bir başka gulat unsur da Şeytan meselesidir.
İslamiyet’e göre, iblis veya şeytan, Allah’ın bütün melek ve ruhlara Hz. Adem’e secde etmeleri yolundaki emrine itaat etmediği için lanetlenmiştir.
Vaktiyle “meleklere öğretmen”lik yapan ve üstelik ateşten yaratılmış olduğu için gurur duyan Şeytan, bu emre itaat etmez ve lanetlenir.
Hallac-ı Mansur ve ondan sonraki bir çok sufi, Şeytanı, birliği tanıyan yegâne yaratık olarak övmüşlerdir.
Şeytan, Tanrı’dan başkasına nasıl secde edebilirdi?
Burada oldukça girift bir mesele ile karşı karşıyayız.
Tanrı, şeytanın Âdem’e secde etmesini emretmişti; fakat, kendisinden başka kimseye secde edilmemesini emreden de O değil miydi!
Şeytan bu ikilemden nasıl sıyrılabilirdi?
Özünde şeytanın itaatsizlik etmesini isteyen Tanrı idi; yoksa o kendi iradesiyle emre itaatsizlik edemezdi.
Gerçek âşık, sevgiliye itaatkârdır ve sevgiliden yüz çevirmek yerine, onun lanetini bir şeref nişanesi olarak kabul eder.
Hallac’ın bazen kendine de atfettiği şu mısralar, şeytanın çıkmazını tasvir etmek açısından dikkate şayandır:
Elleri bağlı denize attı ve seslendi:
Dikkat et, su ıslatmasın seni!
Bir adı da Azâzîl olan şeytan hakkında çok şey söylenmiştir. İşte onlardan biri:
O, hem göklerde hem yerde daı (çağırıcı) idi. Gökte, meleklere daîlik yapmaktaydı; onlara iyilikleri, güzellikleri gösteriyordu.
Ve yerde, insanların dâîsidir; ama onlara çirkinlikleri, kötülükleri gösteriyor...
Çirkini tanımayan, güzeli hiç tanıyamaz.
İblis konusunu bu anlayışla yani İblis'i tevhit, bağlılık, sebat, atılganlık, ıstırabı göğüsleme, aşk ve sevgide vefa gibi üstün değerlerin sembolü olarak ilk kez gündeme getiren Müslüman düşünür Hallâc'dır.
Daha sonra onun bu yaklaşımı, Ahmed Gazâlî (ölm. 520/1126)'de yankılanacak, Aynulkudat'la derinleşecek, Attâr, Mevlâna, İkbal gibi anıt şair-düşünürlerin şiirinde yeni söylemlere vücut verecektir. (Bu mevzuyu daha da derinleştirip yeni bir tartışmaya sebep olmamak için uzatmayayım)
Bütün bu aşırı düşünceleri kendinde toplayan Şeyh Hasan 6 yılın sonunda inzivadan çıkmış, "Kitabul- Cilwe li Erbabil- Halwe" adlı bir eser yazmış ve bütün yeni fikirlerinden dolayı da yepyeni iddialarda bulunmuştur.
Zaten müritlerinin çoğu aşiretlerden oluştuğu için körü körüne bir bağlılık ve sadakatle de bağlıydılar ona.
Öte yandan, ta 1.Şeyh Adi b. Müsafir'den beri Yezid b. Muaviye taraftarlığı ile suçlanıyorlardı.
Bunun üzerine Şeyh Hasan Yezid'e hakaret edenlerin kanının ve malının helal olduğuna dair vaazler vermiş ve cemaatini zikir ehli bir tarikatten savaşan bir gruba evirmişti.
Bu arada Musul hakimi Bedreddin Lu'lu'nun Şii olmasından dolayı, Yezid bin Muaviye savunuculuğu yapan Adevilere karşı düşmanlığı yer yer çatışmalara kadar varmıştı.
Adeviler, artık siyasi iddiaları da olan, Musul'un yukarısından Hakkari dağlarına kadar geniş bir hakimiyet alanına sahip olmuşlardı.
Nihayet 1246 yılında Bedreddin Lu'lu Şeyh Hasan'ı Musul'a çağırdı ve orada öldürttü.
Bunun üzerine çıkan çatışmalar günlerce sürmüş, Lu'lu'nun askerleri Laleş'i işgal etmiş ve Şeyh Adi'nin kemiklerini mezardan çıkararak yakmışlardır.
Laleş'in işgal edilmesiyle Yezidiler dağlara çekildiler.
Artık dergâhları, medreseleri olan bir tarikatten ziyade, mistik söylentilerle militanlaşan bir siyasi harekete dönüştüler.
Evleri ve köyleri de yakılıp yıkıldıktan sonra kendilerinin dışındaki herkesin kanını, malını helal gören bir talancı grup oldular.
Yezidiler, bu süreçten sonra dağları mesken tuttuklarından bölgede hükümran olan bütün emirliklerin korkulu rüyası haline gelmişler.
Ayrıca kendi bölgesindeki hakimi ile anlaşamayan, görevden alınan, haksızlığa uğradığını düşünen herkesinde sığınağı olmuşlar.
Ve bu hal yıllarca, 1900'lü yılların başına kadar böyle devam etti.
Elbette ki bütün bu karanlık tüneli küçük bir makaleye sığdırmak mümkün değildir. Ancak özetle bu şekilde Adeviler Yezidiliğe dönüştüler denebilir...