15. 09. 2018 Cumartesi
İslamcılık ve Türkçülük akımlarının aşağı yukarı aynı dönemde ortaya çıkıp aydınlar arasında yaygınlık kazanmaları tesadüf değil. Keza her iki akımın çok uzun bir süre boyunca aynı mecraları paylaşabilmeleri de taşıdıkları bazı ortaklıklardan dolayı normal kabul edilmeli. (İkinci Meşrutiyet döneminde Sırat-ı Müstakim dergisinde, İslam Mecmuası´nda ve Türk Yurdu´nda Ahmet Ağaoğlu, Yusuf Akçura, Ziya Gökalp gibi Türkçülerle Mehmet Akif, Şeyhülislâm Musa Kâzım, Mehmed Şerafeddin, M. Şemseddin gibi İslamcılar aynı sayfaları paylaşıyorlardı. Zaten bu aydınların çoğu İttihat ve Terakki Fırkasında da bir arada bulunuyorlardı.)
Her iki fikir akımı da Tanzimat politikalarının yol açtığı toplumsal reaksiyonun ürünleri bir bakıma. Aynı zamanda da Tanzimat politikalarına tepki olarak ortaya çıkmış olan Yeni Osmanlılar hareketinin varisleri.
Mamafih Tanzimat da fantezi olsun diye değil, zorunluluklar icbar ettiği için girilen bir yoldu. Ama tıpkı ciddi ameliyatların çoğu gibi ağrılara-sızılara ve vücutta bazı hasarlara da yol açtı.
***
Osmanlı yönetici sınıfı çok uzun zamandır yaşanan problemlere çözüm olarak modernleşme politikalarına yönelmiş ve bu yolda önemli adımlar atılmış bulunuyordu. O günlerde modernleşme daha ziyade batılılaşma şeklinde anlaşılıyor ve bu yüzden ıslahat adımları kimlikle ilgili bir mesele olarak görülebiliyordu.
Bir anlamda toplumda altyapının mı yoksa üstyapının mı batılılaştırılması gerektiği tartışması daha o günlerde başlamıştı.
Pantolon giyen, resmi dairelere kendi fotoğrafını astıran II. Mahmut´a ?gavur padişah? lakabı boş yere verilmiş değildi. (Buna mukabil ?gavur padişah? da bu imajı değiştirmek için elinden geleni yaptı. İstanbul´da bugün mevcut olan sahabe kabirlerinin biri dışında tamamı II. Mahmut döneminde ortaya çıkarılmıştı!)
II. Mahmut´un günümüzde genellikle ?Osmanlı´nın hoşgörü anlayışının ifadesi? olarak zikredilen ?Ben tebaamın Müslüman olanını camide, Hristiyanları kilisede ve Yahudileri de havrada fark ederim. Aralarında başka bir fark yoktur?şeklindeki meşhur sözü aslında klasik millet sisteminden vaz geçme ve eşit vatandaşlık hukuku oluşturmaya yönelik bir niyet beyanıydı.
O dönemde İmparatorluk nüfusunun neredeyse yarısını oluşturan Hristiyan tebaanın Avrupalı güçlerin müdahale ve manipülasyonlarından korunabilmesi için de gerekli görüldüğü için II. Mahmut´un takipçileri bu konuda cesur adımlar attılar.
1839 yılında okunan Tanzimat Fermanı modern anlamda eşit vatandaşlığa dayanan bir millet oluşturma ve devlet-vatandaş ilişkisini yeni baştan düzenleme hedefine yönelikti. Fermandaki ?bilâ tefrik-i cins-ü mezhep? ifadesi ?din ve milliyet ayırmaksızın? demektir. Ki Osmanlı´nın kadim ?milletler sistemi?nden artık vaz geçildiğinin ilanıdır. Çünkü -her ne kadar cins tefrikini reddetse de- temelde ?mezhep? (din) tefrikine dayanan kadim ?Milletler sistemi?ne göre Osmanlı uyruğu olan vatandaşlar (daha doğrusu ?kullar?) dinî aidiyetleri itibarıyla İslam milleti, Yahudi milleti, Ortodoks milleti? diye tasnif edilen toplulukların mensubu sayılıyorlardı.
Bu değişikliğin halk arasında ?Bundan sonra gâvura ?gâvur´ denmeyecek? diye yorumlandığı rivayet edilir. Tanzimat´la kurulmak istenen siyasi-sosyal düzen ?millet-i hâkime? tarafından kolayca benimsenmesi beklenemeyecek kadar büyük bir değişiklik öngörüyordu çünkü.
***
Tanzimat´la temeli atılan ve akabinde Islahat Fermanı ile hayata geçirilen Osmanlı vatandaşlık rejimi Fransa örneğinde olduğu üzere eşit ve imtiyazsız bir ?Osmanlı milleti? yaratmayı hedeflemiş; ancak neticede arzu edilen amacın aksine Hıristiyan unsurun imtiyazlı bir kitleye dönüşmesine yol açmıştı. Bu politikanın özellikle iktisadi sonuçları Müslüman ahalinin aleyhine olmuştu.
Müslüman ahali ?kendi vatanında? ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmekten şikâyet etmeye başlamıştı. Yönetimin merkeziyetçi karakterinin güçlenmesinin de taşra eşrafında tepki uyandırdığı biliniyor.
Diğer yanda ise, Tanzimat kanun hakimiyeti getirmeyi hedeflerken sonuç bürokrasinin hakimiyeti olmuş, ?paşalar diktatoryası? oluşmuştu. Bu durum hürriyetçi ve modernleşme taraftarı aydınlar arasında hayal kırıklığına yol açtı. Tanzimat paşaları ayrıca ?batılılaşma?yı şekil özellikleriyle benimseyip tatbik etmekle, halka yabancı olmakla, ülkenin gerçeklerini göz ardı etmekle suçlanıyorlardı.
Bu paşaların bazı Avrupa devletlerinin büyükelçileriyle fazla içli dışlı bir şekilde ülkeyi yönetiyor görünmeleri ise bağımlılık eleştirilerine yol açmış ve giderek millî hassasiyetlere dokunan bir hal almıştı.
Bir yanda Türk milliyetçiliğinin bir yandan da İslamcılık fikriyatının nüvelerini içinde barındıran Yeni Osmanlılar hareketi işte bu ortamda doğdu.