Paris’te tanıştığım Afganistanlı bir arkadaş “Türklerin en büyük Tanrı’sı devlettir” diyordu. Türkiye’de, özellikle Sakarya- Adapazarı mıntıkasında uzun yıllar kalmış, kırsaldaki Türk toplumunun sosyolojisini yakinen incelemiş entelektüel birikimi olan bu arkadaşın sözü tamda Cübbeli Ahmet Hoca’nın, daha önceki birçok açıklamasında olduğu gibi, İslam dinini Devleti Ali’ye kurban ettiği son günlerde basına yansıyan ve sosyal medyada adeta paylaşım rekoru kıran HDP seçmeninin vatandaşlıktan çıkarılması gerektiği tvitini okumam aynı ana denk gelince bunu biraz da tarihsel arka planıyla ele almak gerekir kanısı oluştu.
Türk toplumu devlete tapar. Daha birçok irili ufaklı putu var da ama hiç şüphe yok ki en büyük tanrısı devlettir. (Burada tekfir mantığı içinde olayı ele almadığımızın ve niyetimizin kimseyi ya da kimseleri itham etmek olmadığının iyi bilinmesi gerekir. Ne öylesi bir zihin dünyamız var ve ne de buna niyetimiz var. Biz burada sadece toplumsal sosyoloji bağlamında olayı ele alıp bir durum değerlendirmesi yapıyoruz. Yoksa kim neye, nasıl inanıyorsa herkes kendinden ve fiillerinden sorumludur. İnancı ya da inançları konusunda özgürdür. En nihayetinde bu özgürlüğü hayatın gerçek sahibi Allah insana vermiştir. Bizim de bu özgürlüğü sınırlandırma gibi ne bir çabamız yoktur). Tanrı, ilah, rab ve mabud gibi kavramların hem ıstılahî ve hem de literatürel anlamları ile en geniş manaları çerçevesinde düşünmek gerekir. Varlığı yoktan var etmenin yanı sıra nihai hüküm sahibi, dizayn ve ulvilik gibi sıfatlar tanrısal sıfatlardır. Hayatı kim dizayn ediyorsa o tanrıdır; bilmeliyiz ki bizim hayatımızı dizayn eden ve ona anlam yükleyen her kimse biz ona tanrısal bir koltuk vermişizdir. Aynı şekilde rızık konusundaki endişe ve yaklaşımınız da sizin ‘tanrınız kimdir?’ sorusuna cevap olarak ortada durur. Sevgi ya da üstün tutma gibi fiilleriniz de sizin tanrınızı deşifre eder. Korku da sevgi gibidir. Bunlar gibi her türlü düşünsel ve duygusal yaklaşımlarınız da ‘tanrınız kimdir?’ sorusuna cevaplar verir.
Bireyler gibi toplumların da kolektif kişiliği vardır. Her toplum aslında bir birey gibi ele alınıp tanımlaması yapılmalıdır/yapılıyor. Sosyoloji ve psikolojinin iç içe olması bunun olgusal gerçekliğinin ürünüdür. Bu bağlamda Türk toplumunu da irdelediğimizde tarih boyunca kutsiyet anlayışında devlet olgusunun her zaman hiyerarşinin en tepesinde olduğunu görürüz. Büyük Hun İmparatoru Mete Han’ın Çin elçisinin her isteğini kabul edip sıra toprak üstündeki hâkimiyete gelince buna şiddetle karşı koyması Türk tarihinin bilinen en eski tanrı devlet anlayışının nişanesidir. Türkler her şeylerinden vazgeçerler lakin sıra devlet ve devletin hâkimiyet sahası toprağa gelince bu konuda şiddetle tavizden uzak dururlar. Bilindiği gibi Türk hâkimiyet anlayışında hâkimiyet yetkisi bizzat gök tengri tarafından hâkim aileye verilmiş bir olgudur. Tengri yeryüzünde kendi adına hükmetmeye yetkili her dönem için birilerini ya da bir aileyi seçmiştir. Onlara hâkimiyet alametlerini bahşetmiş ve insanların bunlara itaatini farz kılmıştır. İlginçtir ve konumuz açısında da çok önemli bir vakıadır; kullar her konuda devleti yöneten hâkim kişi, aile ya da guruba itaatle sorumludurlar. Lakin bir tek konuda isyan hakları vardır. İdarecilerin devletin bekasını tehlikeye attıklarına kani oldular mı, bu konuda kolektif bir akıl oluştu mu, ya da çok bariz emareler baş gösterdi mi itaat değil bu sefer isyan farz oluyor. İsyan da yine idareci zümre arasında birilerinin isyanıyla meşru olur. İdareci zümre arasında birilerinin devletin bekası tehlikededir çıkışıyla isyan taraftar bulur ve başarıya ulaşır. Türk tarihinde idareci zümrenin haricinde oluşan hiç bir isyan hareketi başarıya ulaşıp hükmetme erkini ele alamamıştır. Padişahlık dönemi isyanları, beyliklerin veya yerel valilerin isyanları bunlara örnektir. Bu isyanlardan başarıya ulaşanlar genellikle devrik hükümdarın ailesinden birilerini onun yerine getirmişlerdir. Bu durum tarihsel sosyoloji açısından düşünüldüğünde bir nebzeye kadar anlaşılabilecek bir durumdur. Lakin konumuz açısından bakıldığında sanıldığının aksine kutsal olan padişah değil devlettir. Ya da kutsiyet sıralamasında devlet olgusu piramidin en tepesindedir. Padişahtan önce gelir.
Türk tarihindeki son büyük isyan Mustafa Kemal’in milli mücadele isyanıdır. Mustafa Kemal’in kişisel becerisi ve dünya konjonktürünün buna uygun olması gibi (ki en büyük desteği Britanya imparatorluğundan yani İngilizlerden ve batı Avrupa’dan almıştır) olgular bir yana arkasındaki geniş halk desteğinin en büyük sebebi onun bir Osmanlı paşası olmasındandı. Halk yığınları devletin bekasının tehlikede olduğuna inandıkları için yine devletin içinden gelen Osmanlı idareci sınıfı içindeki bir paşa olduğundan dolayı desteklemiş ve onu iktidara getirmişlerdir. Ve kısa süre içerisinde onun şahsına yükledikleri kutsiyette Türk toplumu açısından meşruiyetini devletin kutsallığından alır.
Tanrı Devlet anlayışı sadece iktidar odaklı siyasi erk arasında olan bir anlayış değil, Türk toplumunun kılcal damarlarına kadar işlemiş bir anlayıştır. “Devlet ebet müddet” ve “Allah devlete zeval vermesin” deyimleri hemen hemen her Türk’ün amentüsü olmuş, “söz konusu vatansa gerisi teferruattır” düsturu ve tarihe mal olmuş birçok deyim, atasözü ve özdeyiş bu tanrı devlet anlayışının toplumsal kökenleri hakkında bizlere fikir verir.
Türk toplumunun bu ve daha sayamadığımız birçok özelliği onun devlete taptığının tarihsel nişaneleridir. Tüm bunların üstüne bir de siyasi erkin ideolojik ve ırkçı yaklaşımlarıyla toplum mühendisliği yapması, uçuk düzeyde düşman algıları oluşturması ve toplumun farklı düşünsel ve inançsal duruşlarının tümüne nabza göre şerbet verme mantığıyla gerek hayatın gerçeğinin ürünü ve gerekse yapay kutsiyetler oluşturarak toplumu tanrı devlet noktasında donatıp yönlendirmesi sonucu maalesef ki şu an içinde yaşamak zorunda olduğumuz tımarhane toplumu oluştu. Belki de dünyanın hiç bir yerinde olmayan/ olamayacak olan bir kutsiyetler bütünü ortaya çıktı. Paganvari tanrılar ve tanrısal varlıklar toplumun her katmanında baş göstermiş durumda. Aydın denilen sınıfta cahil halk yapıları da bu putperestliğe mahkûm olmuş durumda. Her kesimin kendine göre putları var ama her kesimin ortak büyük putu devlettir. Öyle ki toplumu esir alan putperestliğe karşı çıkanların da dönüp dolaştığı yer yine putperestlik oluyor.
Toplum bilimsellik adına zerre miktar bir şey üretmiyor. Üretmesinden geçtik. Bilimselliği tanrı devletin bekasına tehdit olarak görüyor. Türk devleti ve toplumu o çok övündükleri kadim devlet geleneğine rağmen dünyaya bir tek şeyi dahi marka yapıp pazarlayamayan bir durumdadır. Tarih boyunca da ne dünya medeniyetine bir marka armağan edebilmiş ne de dünya ölçeğinde bilimsel çalışma ve bilim insanı ortaya çıkarabilmiştir. Bir elin parmağını geçmeyen bir kaç istisna da bu gerçeği değiştiremez. Altı yüzyıllık tarihi ve üç kıtada hâkimiyeti olmasına rağmen Osmanlı da bu günkü Türkiye’den farklı değildi. Devlet ve Osmanlı ailesi kutsaldır. Herkes onun kuludur. Kullar ise itaatle mükelleftir.
Bilgi, var olana isyanla ortaya çıkar. Tarihte hep böyle olmuştur. Bu bilginin doğası gereğidir. Buna rağmen Türk toplumunda var olana isyan anlayışı yoktur. O, var olanı koruma ve istilayla zor kullanarak güçlendirme derdindedir. Var olanın içinde de devletin kutsiyeti en büyük kutsallıktır.
Gerek teolojik eğitim ve gerekse laik seküler eğitim sistemi asalaklar ordusu üretiyor. Tarihsel kökenleriyle gurur duyan, her şey devlet için anlayışına sahip, ırkçı, kafatasçı devlete tapan ve bunlardan hepsinden daha tehlikeli olan yalakalar ordusu…
Cübbeli Ahmet Hoca’nın yukarıda değindiğimiz bu açıklaması da bu anlayışın ürünüdür. Bir din adamı olan Cübbeli Ahmet Hoca’nın bu açıklaması sadece İslam dini bağlamında değerlendirmek açıklamanın dehşetini ortaya koyması noktasında yetersiz kalır. Bu insanlığa ve insani özelliklere karşı yapılmış bir açıklamadır. İnsani özelikleri insana Allah vermiştir. Ve verdiği bu özelliklerle insanı diğer tüm mahlûkattan ayırıp irade sahibi yapmıştır. Cübbeli insanın iradesine savaş açmış bir din adamıdır. İmam Ebu Hanife’nin olmayı reddettiği ve bu uğurda canını verdiği, Galileo’nin karşı çıktığı, İsa Mesih’i çarmıha geren, Muhammed peygamberi Mekke’den kovan, Sokrates’e baldıran zehiri içiren ve Hz. Hüseyin’i Kerbela çöllerine gömen hükümranlık yani devlet dininin yani Tanrı Devletin bir din adamı olarak konuşuyor.
Bu söz rahmetli Ali Şeriati’nin değişiyle tüm tarihte olduğu gibi bugün de “tanrı devlet” dininin Allah’ın dinine, insanlığın hakikat dinine açtığı savaşın içinde söylenmiş bir sözdür. İngilizlerin çizdiği sınırları kutsayan bu ucube anlayış bizi bölücülükle suçlaması ve vatandaşlıktan çıkarılmamız gerektiğini söylemesi Yeşil Kuşak Projesi’nin bir neferi olduğunu göstermesi bir yana bu açıklamaya dini çevrelerde hakiki bir karşı çıkışın olmaması tanrı devlet dininin Türk toplumunun en belirgin özelliği olduğunu gösteren bir nişanedir de. Çünkü karşı çıksalar devlet zarar görür, Kürtler kazanır. Çünkü karşı dursalar beka sorunu baş gösterir. Çünkü karşı çıksalar PKK’li damgası yiyecekler. Çünkü karşı çıksalar devlet bölünür. Çünkü karşı çıksalar toplum onları dışlar. Çünkü karşı çıksalar yıllardır Kürtler konusunda söyledikleri yalan yanlış şeyler akla gelip sorgulanır. Çünkü karşı çıksalar bedeli vardır. Çünkü karşı çıksalar ulufeler kesilir. Çünkü karşı çıksalar en büyük tanrıları olan devlet kızar.
Lanetullahilêlal kavmin zalimin.
Kaynak: farklı Bakış