Tampon, taraf ve bertaraf olmak

Süleyman Seyfi Öğün, 1. Dünya savaşının akabinde kurulan Türk devletinin, önceleri batı için tampon, daha sonra SSCBY’e karşı taraf ve şimdi ise yine batı tarafından bertaraf edilme düşüncesine değiniyor.

Tampon, taraf ve bertaraf olmak

19 Mayıs Bayramını kısa bir zaman evvel kutladık. İnşaallah, daha nice seneler kutlamak nasip olur. 29 Ekim’e, yâni Cumhûriyet’in kuruluşunun 99. ve nihâyet bir sene sonra da 100. sene-i devriyesine de hızla yaklaşıyoruz. Bir asır, toplu bir değerlendirmeyi yapmayı hak edecek kadar uzun bir zaman.

Türkiye Cumhûriyeti’nin kuruluş ve yapılanma süreçlerine baktığımız zamân, tampon devlet kavramını çağrıştıracak hâdiselerle yüz yüze geliriz. Yunan işgâlini ortadan kaldırmak, en azından konjonktürel olarak bu sâyede mümkün olabilmiştir. I.Genel Savaş, bilindiği gibi İngiltere, Fransa, İtalya ve Rusya’nın oluşturduğu bir ittifak tarafından kazanılmıştı. Bu ittifakta başat gücün Birleşik Krallık olduğunu biliyoruz. Gladstone liderliğinde Whiglerin iktidâra gelmesiyle, Birleşik Krallık o zamâna kadar yürüttüğü, Osmanlı Devletine her fırsatta saldıran Rusya ve Fransa’yı dizginlemek siyâsetinden vazgeçmiş; tam aksi bir istikâmette, onları da yanına alarak Osmanlı mülkünü paylaşma savaşına girişmişti. Ama arada, ittifak adına tuhaf gelişmeler yaşanıyordu. En ihtiraslı ortaklardan birisi olan Rusya’da ihtilâl olmuş; Rusya devre dışı kalmıştı. Zafer kazanıldıktan sonra ise Birleşik Krallık, başta ortaklarına yaptığı vaadleri tutmamış, onları dışarıda bırakarak petrol bölgelerinde neredeyse mutlak bir hâkimiyet kurmuştu. Hâsılı I.Genel Savaş, gerek Fransa gerek İtalya için neredeyse bir fiyasko ile neticelenmişti. Kâğıt üzerinde muzafferdiler; ama paylaşımdan istediklerini elde edememişler; savaş için harcadıkları maddî ve insânî kayıplarıyla ortada kalmışlardı. Savaşın akabinde peyderpey buralardan çekildiler. Birleşik Krallık ise, evet istediklerini elde etmişti. Lâkin bu savaş ona da ağır bir fatura getirmişti. Orduları hayli ağır kayıplar vermiş ve alabildiğine yorgundu. 1918 Grip salgını, bunların üzerine tuz, biber ekiyordu. İngiliz kaynaklarında, târihsel derinliklerinden ve niteliklerinden arındırılarak, Yakındoğu gibi kimliksiz bir sıfatlamanın konusu olan bu coğrafyanın bir şekilde düzene sokulması gerekiyordu.

İki ihtimâl vardı. Bunlardan ilki ve en başta devreye sokulanı, Türklerin Anadolu içlerine kadar itilmesi, İstanbul hâriç tutulmak üzere, kalan toprakların Yunanistan’a verilmesiydi. Llyod George gibi Helenperver kanat buna oynuyordu. Metaxas gibi uyanıkların îtirâzına rağmen Venizelos ekibi, İngilizlerin cesâretlendirmesiyle Anadolu’da büyük bir mâceraya girmişti. Ama, Britanya hükûmetinin, bilhassa da askerî kadrolar içindeki tesirli bir grubu, Yunanistan’ın bu işin altından kalkamayacağının, köşeye sıkıştırılmış Türklerin ise asla pes etmeyeceğini ve er geç Yunanlıları kıtalarından söküp atacağının farkındaydı. Dahası, Anadolu’daki İstiklâl yanlısı kadrolar, Ekim İhtilâli sonrası kurulan Sovyetler Birliği tarafından da destek görüyordu. Eğer Birleşik Krallık Yunanistan’ın arkasında duracak olursa, Türk mukâvemetinin nasıl bir dönüşüm geçirebileceğinden de emin olamıyorlardı. Bu iki klik arasındaki ihtilâf zaman içinde büyüdü. Neticede, diğerine göre daha akılcı düşünen, ikinci grubun dediği oldu. Yunanlıların ayaklarının altındaki halı çekildi. Kuvay-ı Milliye Hareketi, hariciyecileri ile süreçleri çok hassas bir şekilde tâkip ederek ve dengeleri hesap ederek sağlam zamanlarla vaziyet almasını bildi. Bu arada ordularını toparlayarak, çok çileli ve çetin süreçlerin içinden geçerek de olsa, neticede başarıya ulaştı. Türk İstiklâl Harbi sâdece askerî mânâda değil, hâriciye sahasında da kazanılmış bir zaferdir.

Türkiye Cumhûriyeti’nin kuruluş ve yapılanma süreçleri, Bolşeviklik ve Avrupa arasında bir tampon devlet olmak temelinde tezâhür etmiştir. Mâhut “Yurtta sulh, Cihanda sulh” ifâdesinin de manâsı budur. Sovyetler Birliği ile yapılan Saldırmazlık Andlaşması, Türkiye’nin taraf, hatta belirleyici olduğu, Balkanlar’dan Mezopotamya’ya uzanan sulhperver ve işbirliği geliştirmeye dayalı açılımlar da bunun diğer boyutlarını ortaya koymaktadır.

II. Genel Savaş esnâsında yürütülen tarafsızlık siyâseti de bunun uzantısıdır. Lâkin artık şartlar değişmiştir. Savaşta çok ağır bedeller ödeyen Sovyetler, Saldırmazlık Andlaşmasını yenilemek istememiş; Türkiye’yi açıktan tehdit etmiştir. Bu gelişme Türkiye’yi bir tercih yapmaya zorlamış, seçilen taraf NATO üzerinden Batı kampı olmuştur. Bu tercihin getiri-götürü cetvelini burada tartışmak değil. Sâdece, bu tercihin bir mecbûriyetten doğduğuna işâret etmek istiyorum.

1990’lar, yâni Sovyetler birliği yıkıldıktan sonra, dengeler yeniden bozulmuş, Türkiye, tedricî olarak, bu defâ Batı kampı dışına çıkarılmak istenmiştir. Dahası, Sevr ruhûnun geri döndüğünü, bu defâ tehdidin bizzât mensubu olduğumuz Batı tarafından geldiği âşikârdır. 2020’ler, nihâyet Rusya-Ukrayna Savaşı bu sürecin, nihâî bir hesaplaşma gerektiren son evresine girdiğimizi gösteriyor. İlk evrede tampon olduk; ikinci evrede ise taraf. Bu evrede ise bertaraf edilmek isteniyoruz.

Yazının yazılma sebebi bir siyâset teklif etmek değil. 1918’den 2022’ye, yâni dolu dolu bir asır içinde, bir kısmını kitaplardan ve ne tâlihtir ki bizzât şâhitlerinden dinlediğim, bir kısmını da bizzat yaşadığım bir târihin nasıl kâfiyelendiğine dâir bir not düşmekti.