Taliban’ın Afganistan yönetimini fiilen ele geçirmesinin İslâmcıları mutlu ettiğini düşünen var mı? Yapılan yorumlara, verilen tepkilere bakılırsa “atsan atılmaz, satsan satılmaz” havasında mecburi bir sahiplenme, ama aynı zamanda şaşkınlıkla örülü esaslı bir huzursuzluk ve memnuniyetsizlik hali ortalığa hakim görünüyor. Kestirmeden söyleyelim: Taliban, laik kesimin ve liberal batının elinde, sadece İslâmcılara değil, İslâmî referansları önemseyen bütün kesimlere dönük bir kızılcık sopası olarak havada sallanacak. “Bin yıl öncesinin düzeni” diyor, saygın bir İslâmcı, saklayamadığı öfke ile Taliban rejimine. Şeriat özlemi için “Orta Çağ’ın karanlığına geri dönüş” diyen laik-modernist sözcülerin tepkisine ne kadar çok benziyor, değil mi?
Afganistan Taliban iktidarında reddedilemeyecek bir adlandırma ile “şeriat düzeni” ile yönetilen bir ülke artık. İslamofobya kazanına atılacak taze odunlar ve dibi görünmeyen bir enerji kaynağı olarak bütün dünyanın ilgi odağı. “Kadınlara peçe zorunluluğu” ve yüzü görünen kadınların kırbaçlanması ile başlayıp, sakalını kesen erkeklere altı ay hapis cezası, takke mecburiyeti, camilerde vakit namazı yoklaması ile uzun bir liste yapıp, dünyanın geri kalanına “nasıl yani?” sorusunu sorduracak garip bir tablo. Taliban’ın modern dünyaya verdiği malzeme çok renkli ve zahmetsiz. İlave bir İslamofobya kampanyasına ihtiyaç kalmayacak
Yansımalar çok tahrik edici: Taliban Afganistan’a “şeriat düzeni” getirmeseydi, Diyanet İşleri Başkanı’nın “inancı”, “eve, ticarete, siyasete, adalete, yargıya” taşıması belki bu kadar tartışılmayacaktı. Ali Erbaş’ın açıklamasında “laik düzen” açısından muhataralı kısım (adalet yoruma bağlı) sadece “inancı yargıya taşımak” kısmı olabilir. Diğerlerini engelleyecek hiçbir kural yok; ama yargıya, yani yargıcın vereceği karara “yansıyacak” inanç, her şeyden önce “farklı şeriatler” yüzünden bir tehdit oluşturur. Nitekim hem hukuk devleti hem de İslâm hukuku yargıçta “inanç” değil, “vicdan” arıyor
Resul Tosun’un gündem değiştiren sözleri de Taliban’ın gölgesinde yorumlanmalı. Birinin çıkıp da “laiklik kavramı anayasadan çıksın” diyebildiği ülkenin gerçekten “laik” bir düzene sahip olduğu unutulmamalı. Afganistan’da aynı sözü “şeriat” kavramı için kimse söyleyemez, laikliğin gücü de işte buradan gelir. Şeriat, bir inanç yorumuna dayalı tartışılmaz bir düzen getiriyor; laiklik ise bu yorumlar arasındaki muhtemel çatışmayı önlüyor.
“Taliban etkisi”nden uzaklaşmayalım. Aslında mesele bir lafız meselesi. Taliban “Şeriat düzeni kurduk” dediği için, bu iddianın hem İslâmcılar hem de Laikler tarafından ciddiye alınması gerekiyor. Durumdan rahatsız olan İslâmcılar “gerçek şeriat düzeni bu değil” itirazında bulunurken, Laikler de “dayandıkları esaslar şeriat kuralları” diye haklı bir gerekçe ile toplu hücuma geçecekler. Ne diyelim? İki taraf da haklı olabilir. Bir kilitlenme hali ve bu kilidi açacak olan anahtar “şeriat düzeni”nin esaslarında ve tabii “laik düzen”in vasıflarında saklı.
Doğrudur, Taliban “bir şeriat düzeni” kurdu. Buradaki “bir” ifadesi çok önemli, çünkü fiili olarak hem tarihte hem de günümüzde birden fazla (doğrusu sayısız) farklı şeriat düzenleri ortaya çıktı. Hatta gelen haberlere bakılırsa Taliban’ın içinde de farklı şeriat anlayışları rekabet halinde bulunuyormuş. Bu haber gerçekçi, çünkü esasa dair önemli bir içtihat farkı, veya usule dair küçük bir nüans sizi bambaşka bir şeriate götürebilir. Elbette laikler içtihat farklarına takılmadan işlemekte olan düzeni bir şeriat düzeni olarak görecekler ve laik düzene aykırı buldukları için tam karşısında saf tutacaklar. İdeolojik kesinlik ve keskinlik peşindeki İslâmcıların bir türlü kabule yanaşmadıkları bu türden fiili durumlar, hep “Gerçek İslâm” savunması ile geçiştirilir; ancak görüyorsunuz işte, Taliban üzerinden hepsini toptancı bir şekilde laiklerin elindeki kızılcık sopasına karşı savunmasız hale getiriyor.
Ayarsız, dengesiz ve anlamsız lafların ortalığı kaplaması normal. Sanki iki ayrı dipsiz kuyu; ikisine de ne atarsanız kayboluyor. Galiba öncelikle kuyuların tek olduğunu farketmek gerekiyor. “Şeriat düzeni” ve “laik düzen” kavramları bir evin bahçe kapısının anahtarlarına benziyor. Çocukluğunda, varlıklı villaların bahçelerindeki meyve ağaçlarına dadanan biri olarak söylüyorum: İnanın bir bahçeye girmek için kapıyı açmanız gerekmiyor, bahçede duvar yok çünkü, olsa da aşmanın yolu mutlaka bulunur. Hayat teorik tartışmalarla yürümüyor, siz aşın duvarı, dalın bahçeye, bağcıyla uğraşmayı bırakın; meyveleri tek tek toplayın. Uzağa değil, kendi ülkemize bakın.
Türkiye’nin Resmî Şeriat Düzeni:
Türkiye eşsiz, benzersiz bir örnek. Hem laik bir düzenimiz var, hem de onun yanı başında, dindarları benimsediği dini kurallarla huzur içinde yaşatacak bir şeriat düzenimiz.
Anayasal omurgamız kendi içinde, dini bütün Müslümanların huzur içinde inançlarına göre yaşayabildikleri bir Şeriat Düzeni barındırıyor, hatta bu düzene devletimiz kefil oluyor. Üstelik bu düzen “kurucu irade”nin eseri, yani Cumhuriyet’i kuranların tercihi. Ne olduğunu anlamak için sadece bir tek kanunu, üstelik bir cümleden ibaret olan devrim niteliğinde bir kanunu dikkatle okumak yeterli. Mart 1924’te diğer iki devrim kanunu ile birlikte çıkartılan 429 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kuran kanundan bahsediyorum. Nedense hararet yüklü laiklik tartışmalarında bu kanunun hakettiği değeri verip referans gösterene rastlamadım. Halbuki çok önemli.
“Türkiye Cumhuriyetinde muamelâtı nasa dair olan ahkâmın teşri ve infazı Türkiye Büyük Millet Meclisi ile onun teşkil ettiği Hükümete ait olup dini mübini islâmın bundan maada itikadat ve ibadata dair bütün ahkâm ve mesailinin tedviri ve müessesatı diniyenin idaresi için Cumhuriyetin makarrında (Bir Diyanet işleri reisliği) makamı tesis edilmiştir.”
Bu kanunun, şeriat düzenini tanzim ettiğini farketmek için, İslâm şeriatinin “muamelat”, “ibadat” ve “itikadat” bölümlerinden bahsettiğini bilmek yeterli. “İtikadat”ın yani inançların Şeriat’e dahil olup olmaması bir bakış açısı meselesi, “ibadat” “ibadetler” demek; ancak hiç zikredilmeyen “ukubat” bölümü sorun teşkil etmiyor. Zira Osmanlı tarihi boyunca “ukubat” hiç bir zaman Şer’i otoritenin uhdesine bırakılmamış, doğrudan siyasi otorite tarafından “örf” adıyla tanzim edilmişti. Mecelle’nin “Örf ile tayin, nass ile tayin gibidir” prensibi şer’i dayanak olarak kadim bir geçmişe sahiptir. Kanunname-i Örfi Osmani (Fatih Kanunnamesi) gibi. Kavramları bilmeyenler için açıklayalım. İslâm Şeriati, yani İslâm Hukuku veya Fıkh, tıpkı Roma’dan bu yana gelen laik hukuk gibi temelde özel hukuk ve kamu hukukundan meydana geliyor. Kamu hukuku başlığı içinde yer alan “Ukubat” ceza hukukunun karşılığı. Muamelat (kanunda geçtiği üzere muamelat-ı nass) ise özel hukukun, code civil diyeceğimiz medeni hukukun karşılığı. Cumhuriyet kurulduğu zaman İslâm Şeriati’nden Hanefi Fıkhına göre kodifiye edilmiş (kanunlaştırılmış) Mecelle (Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye) yürürlükteydi. Mecelle medeni hukukun bir kısmını düzenlemiş, birçok alanı dışarda bırakmıştı. Neticede bu kanun ile aynı yıl ilga edildi ve yerine İsviçre Medeni Kanunu kabul edildi.
Bu açıklamalardan sonra, “kanun ne diyor?” sorusuna cevap verelim. Kanun “din-i Mübin-i İslâm”ın, “muamelat, ibadat ve itikadat esaslarından bahsederek doğrudan Şeriat’i konu alan bir düzenleme getiyor ve diyor ki: “Din-i Mübin-i İslam”ın yani Şeriat’in “ibadat” ve “itikadat” faslına dair hüküm verme ve bu cinsten sorunları çözme yetkisini bu kanunla tesis edilen Diyanet’e devrediyorum. Devrim niteliğindeki ibare muamelat-ı nassa yani medeni hukuka dair. Kanun, Şeriat’in özel hukuk alanında yasa koyma, hüküm verme ve icra etme yetkisini Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne ve onun görevlendirdiği hükümete devrediyor. Laik açıdan bakarsanız, Meclise tanınan kayıtsız ve şartsız kanun yapma yetkisi; Şer’i açıdan bakarsanız insanlar arasındaki ilişki konusunda Şer’i hukukun yerine ikame edilen ve doğrudan Meclis’e tanınan “dini kural” koyma yetkisi. Yani, TBMM marifetiyle çıkan kanunlar aynı zamanda dindar bir Müslümanın uyması gereken şer’i kurallar anlamına geliyor. (Vurgulamadan geçmeyelim: Darbe dönemleri, Meclis devre dışı kaldığı için Şeriate aykırı bir düzene sahip oluyor.)
İslam hukukuna göre böyle bir şeriat yorumu, yani Meclis’in çıkartacağı kanunların aynı zamanda Şer’i kural niteliği taşıması mümkün mü? Elbette bir şeriat yorumu, ama kesinlikle mümkün: Şer’i kuralların dört temel kaynağından (edille-i erbadan) sonuncusu İcma-i Ümmet, yani halkın kararı; TBMM’den daha fazla ümmetin icmaını temsil eden bir otorite göstermek mümkün mü? TBMM, bu formülle din ile devleti birbirinden ayırmayan bir Müslüman için doğrudan Şer’i bir otorite haline geliyor. Böylece, sırtınızı TBMM’ye dayayarak anayasal düzene ve kanunlara uygun yaşayarak öbür dünyanızı garanti altına alabilirsiniz.
Formül çok sağlam ve bugüne kadar aksamadan işledi. Laik kesim pratikte bu formülün nasıl işlediğini anlamakta zorluk çekebilir, hepsi bilinen şeyler yine de açıklayalım:
Kur’an’da faiz yasağına dair ayet var ve siz bu yasağın, itibari para ve banka sistemini de kapsadığını düşünüyor ve günah işlemekten mi korkuyorsunuz? TBMM yasa çıkartıyor, böyle düşünenlere “katılım bankacılığı” diye bir alternatif sunuyor. Yasa 1984’te Özal döneminde çıktı. Aynı mantıkla işleyen bir sigorta sistemimiz de var. Şimdilerde kripto para için Şeriat’e uygun bir çözüm aranıyor. TBMM’nin ve Hükümet’in, muamelat-ı nass alanında, ticari hayatın, ekonomik faaliyetin en kritik alanına dair düzenlemesidir bunlar. Katılım bankası statüsünde devlet bankalarımız var: Vakıf Katılım, Ziraat Katılım gibi. Katılım bankacılığının önümüzdeki iki sene zarfında dört kat büyümesi bekleniyor.
Şeriat’e göre “imam nikahı” diye bir nikah türü Cumhuriyet’e kadar olmadı. Nikâh bir sözleşmedir. İki tarafın özgür iradesi ve şahitlerin şehadeti yeterlidir. Ka’dının şeriye siciline kaydetmek (yani noter kaydına almak) için huzurunda kıyılan nikahı dini nikah zannedenler belediye nikahına ikna olmadılar. Çözümü bugünkü iktidar buldu: Dinî nikahta ısrar ediyorsanız, artık müftülerimiz de sözleşme niteliğine sahip (Nüfus Müdürlüğüne kaydedilen) nikâh kıyabiliyor. “Helâl gıda” sektörü, devlet teminatlarıyla adeta kurumlaştı. Dinle arası pek iyi olmayanların helal et yemeye itirazları olmadığı sürece bu alanda bir sorun çıkmayacak gibi görünüyor.
Şer’i düzenlemelerin devletin kutsalları arasında müstesna ve hassas bir yere yerleşmesine en çarpıcı örneklerin başında Şehitlik düzenlemeleri geliyor. Şehitlik sadece İslâmiyet’e özgü bir statü. Hristiyanlıkta ve diğer dinlerde aynısı yok. Hristiyanlıktaki martry, inancı için acı içinde hayatını feda edenleri kapsıyor. Biz Müslümanlar din uğruna hayatımızı feda ettiğimiz zaman, mahşer günü peygamberimizin yanında olan-bitene şahitlik edeceğimize, yani “şehit” statüsü kazanacağımıza inanıyoruz. “Din uğruna ölmek” ise Şer’i kurallara göre belirlenen bir durum. Kapsamını özetlemek için konu dışına çıkıp, Daru’l İslâm ve Daru’l Harb meselesini, İslâmiyeti yaymak için cihat veya gaza emrini yorumlamak lazım. Bugün bizi ilgilendiren ağırlıklı olarak “vatan için ölmek”. Düşman Müslüman toprağına saldırıya geçerse cihad etmek farz-ı kifaye, Müslüman toğrağı ele geçirirse bu sefer cihad herkese farz-ı ayin oluyor. Ölenler şehit statüsüne yükseliyor, defin işlemleri (yıkanmadan, elbiseleriyle) farklı yapılıyor. Onları cennette ayrıcalıklı bir muamele bekliyor. Devlet nezdinde geride bıraktığı yakınlarına bakmak görevi doğuyor. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde kanunlara, yönetmeliklere ve zengin idari tasarruflara konu edilen bir statüden bahsettiğimizin farkında olmalısınız. O kadar ki şehitlik statüsünün alanı siyasi tartışmalarla sürekli genişliyor. Görev şehidi, sağlık şehidi, trafik şehidi, terör şehidi gibi yeni kategoriler ortaya çıkıyor. Bütünüyle dini bir kurum olan, Şer’i kurallara göre belirlenen şehitlik statüsü, bugün Türkiye’de TBMM’nin çıkardığı kanunlara, yönetmeliklere uygun şekilde idari kararlarla tevdi ediliyor. Gazi statüsü de öyle. Mesele o kadar doğal ve hayatın akışına uygun geliyor ki, bu mesele hiçbir zaman laik bir eleştiriye konu edilmiyor. Doğrusu da bu: Kimseyi laik değerlere bağlı kalarak vatanı için ölmeye ikna edemezsiniz. Ölüm her zaman dinlerin hükümranlık alanında kalıyor.
Gelelim en kritik alana, yani siyasi alana. Hanefi Fıkhı, Ebu Hanife’nin talebesi Ebu Yusuf tarafından devletin ihtiyaçlarına göre inşa edilmiştir. Bu yorumla bir devlet dininden bahsetmek yanlış olmaz. Zaten İslâmiyet diğer dinlerden farklı olarak devletiyle beraber doğdu ve tartışmalı olsa da birçok siyasi düzenlemeyi, hatta siyasî ibadeti bünyesinde barındırdı. “Siyasî ibadet” tabiri çok doğru, zira siyasi düzenin bir parçası olan, bu düzeni tamamlayan ibadetler mevcut. Cuma namazı bu ibadetlerin başında geliyor. Sıradan bir ilmihali açıp, Cuma namazının şartlarını inceleyenler, hemen bütün icapların siyasi nitelik taşıdığını fark ederler. Devlet başkanının izni olmadan, devlet başkanı tarafından veya onun görevlendirdiği kişi imamlık etmeden Cuma namazı kılınmaz. Cuma kılınması için o ülkenin İslâm ülkesi olması, Şer’i kuralların uygulanıyor olması gerekir. Cumhuriyet’i kuranlar dini modernleştirmeye ve millileştirmeye çalıştılar. Cuma namazı, bu düzenlemelerde en kalıcı, ve yaygın kabul gören ibadet oldu. Türkçe ezan ve Türkçe Kur’an tepkiyle karşılandı, ama aynı tarihte başlayan “Türkçe Cuma Hutbesi” uygulaması, itirazsız devam ediyor. Cami sayısında patlamaya yol açan bir tasarruf da, aynı döneme ait. Cuma namazı sadece şehirlerde kılınırken, 1928’de Cuma camilerinde büyük kalabalıklar toplanmasın endişesiyle köylerde de Cuma kılınmasına cevaz verildi. Köy camilerinin neredeyse tamamı bu tasarruftan sonra inşa edilmiştir. 3 Mart 1924’te çıkartılan, 429 sayılı devrim kanununun ne kadar kritik olduğu bir kere daha anlaşılmış olmalı.
Laik Düzen:
Laik düzenin vazgeçilmez temel prensibi, devletin egemenlik yetkisine dayanarak yaptığı yasama, yargı ve icra faaliyetlerinde dinî bir gerekçenin veya amacın gözetilmemesidir. Dini amaç güderek kanun çıkartamazsınız, yargılama yapamazsınız ve idari tasarrufta bulunamazsınız. 429 sayılı kanunun ışığında ve yukarda verdiğim örneklerle Türkiye’de bu prensibin işlemediği, anayasal düzenimizin aynı zamanda bir şeriat yorumu ve düzenini de içinde barındırdığı açık değil mi? Devletimiz, egemenlik yetkilerini Hanefi fıkhının tek otoritesi olarak kullanıyor; sadece herkesi bu kurallara uymaya zorlama yetkisi bulunmuyor.
İnancını kendi dünyasında kendi bildiğince yaşamaya kararlı, din söz konusu olunca hiçbir otoriteye boyun eğmeyen birinden iki farklı tepki gelebilir. Birincisi “isteyen istediği gibi yaşasın, bana ne bunlardan?” tepkisi. İkincisi ise, “bunlar laikliğe aykırı, devlet bu işlerden sıyrılmalı” itirazı. Görüldüğü kadarıyla Türkiye’de tepki daha çok bir endişeyi dile getiriyor: “Din siyasetin aracı olunca özgürlükler tehlikeye giriyor, iktidar marifetiyle dindarlaşma topluma egemen oluyor ve bu sefer herkesi Şeriat kurallarına uymaya zorlayan teokratik/otoriter bir rejim ortaya çıkıyor.” Tekrar teorik tartışmalarla, her gün sıcaklığı hissedilen fiili durum arasındaki boşluktayız.
Hayatlarını inançlarına göre yaşamak isteyenlerin anlamak zorunda oldukları bir şeriat düzeni mevcutsa, bireysel otonomisini korumak için laik düzeni vazgeçilmez görenlerin elinde de Sosyoloji denen deniz-derya bir disiplin var. Sosyoloji, özü itibarıyla dinleri anlayabilmek için nesneleştirir, bu durum laikliğin toplumsal arka planını da aydınlatır. 1997’de, 28 Şubat’ın generallerinin yargı, üniversite mensuplarına yönelik “Siyasi İslam’ın Yayılması” başlıklı brifinglerinde eksik olan başka bir şey değil işte bu sosyolojiydi. İmam Hatip liseleri ve Kur’an Kursları’ndaki öğrenci sayıları ile Refah Partisi’nin aldığı oylar arasında kurulan korelasyonlara dayanan gelecek projeksiyonları güya bir “Milli Görüş iktidarı”nı haber veriyordu. Eğitim sistemi alt-üst edildi, dindar kesim aşağılandı ve mağdur edildi ve bu sefer tahmin, geleceği engelleme teşebbüsünün eseri olarak tecelli etti. 28 Şubat olmasaydı, AK Parti iktidarı olmazdı.
Sosyal Medya’nın çok güçlü bireyselleştirme özelliği var. Bu bir inanç tercihi değil, tamamen sosyolojik bir dinamik; ama sonuçta bireyselleşme dindarlığı kendiliğinden aşındırır. Sosyolojinin büyük ismi Durkheim, ilkel kabileler üzerinden dayanışmacı toplum hayatını anlatırken “Tanrı ve toplum bir ve aynı şeydir” demektedir. Tönnies’in gemeinschaft(cemaat)ının yerini bireyselleşmeye bıraktığı yerde ilahi otorite kendiliğinden sarsılır. Sosyal medyanın muhafazakâr iktidarlar ve onların Diyanet reisleri tarafından “şeytanca” bir alan olarak algılanması ve düşman ilan edilmesi işte bu yüzden son derece normal değil mi? Bütün sosyolojik araştırmalar AK Parti iktidarı döneminde dindarlığın azaldığını anlatmıyor mu? İmam-Hatiplerde yayılan “deizm” akımını bu gözle yakından takip etmek gerekir. Diyalektik hükmünü icra ediyor: Her tez kendi anti tezini yaratıyor. AK Parti’yi 28 Şubat yarattı; bugün AK Parti kendi anti tezini, yani bireyselleşmeyi istemeden olgunlaştırıyor.
AK Parti iktidarına destek verenler de dindarlığın azalmasından şikayetçi. Sebepleri derin bir mevzu; elbette öncelikle sosyolojinin konusu. İhtiyatla şu hükmü verebilir miyiz? Dindarlık sosyoloji karşısında geriliyor; aynı şeyi Şeriat düzeni ve laik düzen için de söyleyebilir miyiz? Taliban iktidarı bu gerilemenin işaret fişeği mi? İlm-i Cedel (diyalektik) ile cevabını ararsak Türkiye’yi Şeriat Düzeni-Laik Düzen ikilemi içinde neler bekliyor?
Ali Bulaç Tefsir sahibi bir İslâm alimi, İslâmcılığın zirvedeki temsilcisidir. Makul ve mutedil bir şekilde tartışmaya açıktır. Bir diğer kıymetli özelliği daha var: Sosyoloji formasyonuna sahiptir. Taliban hakkında endişelerini dile getiren üç yazı yazdı. İbn Teymiyye’nin terminolojisindeki, Münezzel- Müevvel Şeriat ayırımını kullanarak Taliban düzenini gözden geçiriyor. Yukardaki soruları ona soruyorum.
Uzun soluklu bir Şeriat tartışmasının başındayız.
Kaynak: Farklı Bakış