Vikipedi, internet, Twitter, sosyal medya, sahne, siyaset...
Hepsi sırasıyla yasak konusu oldu ve oluyor.
Seçimlere 1 yıl kala Türkiye’nin üçüncü büyük partisi HDP’nin üzerindeki “Demokles’in kılıcı” kapatma davasıyla sallanıp duruyor. CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu, abuk sabuk suçlamalarla, siyasi yasaklı duruma düşürüldü. Şimdi sıra, İmamoğlu’nun yargılanmasına geldi. Siyasi gündemde özgürlükler bakımından ölümcül bir sosyal medya yasası var.
Yasaklara ilişkin hiç bir gerekçe, hiç bir dönemde demokratik ilke ve değerler düzeyinde karşılık bulamamıştır.
Siyaset ve siyasi akıl açısından durum çok farklı değildir. Yasaklar toplum ve insan için her vadede büyük kayıplara yol açarlar. Yok saymakla yok olmayan toplumsal taleplere, varoluşlara, özgürlüklere, istemeyen görüşlere, kişilere yönelik her yasak bir yenilgidir.
Ve her yenilgi, yenen için de yenilen için de öfke, güvensizlik bunalım demektir.
Yasak baş edemediğiniz bir durumu tarif eder.
Ve sizi o durumun esiri kılar.
Bunu en iyi bilmesi gereken AK Parti iktidarı değil midir?
'Özgürlükler ne denli birleştiriciyse, yasaklar o denli bölücüdür' gerçeğini geçmişte en çok yaşayan onlar değil midir? 28 Şubat ve sonrası muhafazakar kesim ve temsilcileri yasaklar düzeninin hedefi olmadı mı? Saçma gerekçelerle siyaseten yasaklı duruma düşen bugünün cumhurbaşkanı değil miydi?
Öyleydi.
Ama gelin görün ki, geldiğimiz noktada ya da AK Parti’nin geldiği aşama itibariyle bu soru bile son derece anlamsız duruyor.
2000’lı yılların başındaki AK Parti ile bugünlerin AK Partisi sadece iki farklı siyasi parti değil, çatışan, zıtlaşan, karşı uçları temsil eden iki siyasi parti.
Dünün AK Parti’si mağduru olduğu keyfi güce itiraz ederdi. Bugünün iktidarı ise, keyfi gücün varlığıyla değil, bu gücü kullananın kim olduğuyla ilgili. Gücü kullanan kendisi olduğu oranda, kendi kimlik hükümranlığında, ortada bir sorun görmüyor.
Tüm otoriter rejimlerde olduğu gibi...
Nitekim, ülkeyi, dayatarak, yasaklayarak, baskıyla idare ediyor ve bu istikamette sınır tanımıyor.
Aslında, bu, bir yönetim biçimi bile değildir, cebri bir hükümranlık tarzıdır.
Muhalifleri susturmak, istenmeyen unsurları Kürt meselesinde olduğu gibi yasaklarla, cezalarla, korku salarak siyasal ve kamusal alandan kazımak, üniversiteleri kapamak, öğretim üyelerini kapıya koymak, baskı ve korkuyla basın mülkiyet yapısını değiştirmek ve ardından basını yok etmek, sosyal medyayı boğmak, toplumu, haklar, sorunlar, örneğin enflasyon konusunda, bilgilendiren sivil toplum örgütlerini kapatmak, ayrıcalıklı, hatta yegane yönetim araçları olarak güvenlik güçlerini, siyasallaşmış yargıyı kullanmak...
Varın bu düzenin adını siz koyun...
Erdoğan’ın başarısı, arkasına almayı bildiği uluslararası popülizm, otoriterlik ve ulus-devletçi rüzgarlara bu düzenden hala bir hikaye üretebilmesi ve bu hikayeyi, bu hikayenin siyasetini toplumun bir kesimine anlatarak onları ikna edebilmesidir.
Maya yumruk sistemini, içe kapanma ve içeride tek tür olma kabusunu bir nimet gibi anlatan, fiili-simgesel, güç, başarı, gelecek fikri üzerine kurulu bu siyaset umarız uzun soluklu olmaz.
Erdoğan’ın gizli ajandası vardı ve bugünleri hedefliyordu diyenler de yanılıyor.
Bunu söyleyenlerin iddia ettiği gibi ajanda olsaydı, Türkiye bugün dini bir rejimle yönetiliyor olurdu. Oysa ülkeye, devletçi-milliyetçi kadim siyaset anlayışı hakim oldu. Dış rüzgarlar, iç çatışmalar Erdoğan’ı Talat Paşa çizgisine getirdi. Ama o da bir ajandanın değil bir sürecin, tarihsel belirleyenlerin baskısı sonucu oldu.
Balkan savaşı öncesi ve sonra Talat ile 2013 öncesi ve sonrası Erdoğan oldukça benzer bir tablo çizer.
Bu Talat daha muhafazakar...
Mahçupyan bugünün rejimi yeni İttihatçılık olarak tanımlarken hiç de haksız değil.