Tarih: 04.05.2020 15:26

Takva’ya Dair…

Facebook Twitter Linked-in

Yazar Abdülaziz TANTİK ANALİZ ETTİ...

Takva; ‘Allah’ın seni gözetlediğinin şuurunda olarak davranışlarına yön vermendir.’ (Muhammed Esed)

İnsanın Allah’ın gözetlenmesi, dünya gözü ile mümkün olmadığı için bir iman ilkesi olarak O’nun gözetlediğinin farkındalığı üzerine davranışlarımızı biçimlendirdiğimizde takva sahibi oluruz. Burada dikkat çekilen nokta: Allah’ın gözetleyiciliğinin şuuru ile hareket kabiliyeti kazanmaktır.

Temel soru şu: insan, ‘İlahi gözetimi’ bir farkındalık olarak süreklileştirebilir bir istidada sahip midir? Meselenin bu boyutunu dikkate sunarken bir başka boyut ile de ilişkisini kurmak esasa tekabül eder. O zaman insan, Allah diye bir varlığın anlamını nasıl elde edecek ki bu şuuru elde edebilecek bir zemine sahip olsun?

Bu iki soru temel bir düzleme işaret eder: İnsan… İnsanın bu iki soruya cevap verebilecek bir istidada sahip olduğunu biliyoruz. Kendisine gönderilmiş vahiy ve tanık olarak seçilmiş elçiler aracılığı ile hatırlatmada bulunmaktan da kaçınmayan bir Allah’ın rahmeti ile kuşatılmış durumdayız… Rahmetle kuşatılma, insanın kendisi olma ve kendisine yüklenmiş sorumluluğu yerine getirecek bir istidada sahip olduğunu işaret eden en önemli göstergedir. Yani insan, kendi dışında yaşadığı bu yaşam serüveninde nasıl ve hangi ilkelere dayalı olarak varlığını idame edeceğini bilen bir özelliğe sahiptir. Ayrıca insanın kışkırtılmasına yönelik bir denge unsuru olarak da insana seçilmiş elçiler aracılığı ile hem tanıklık hem de bilgi/vahy gönderilmiştir. İnsan, kendisi için seçilmiş elçinin şahitliğine dikkat kesilmeli ve gönderilen bilginin işaretini takip etmeyi irade etmelidir. Bu onun kurtuluşunun anahtarıdır.

İnsan, takva sahibi olmaya davet edilmektedir. Bu davet insanın kendisine tevdi edilen ‘teklif’in gereğini yerine getirme istek ve iradesini harekete geçirme sorumluluğunu hatırlatmaktadır. İnsan sorumlu varlıktır. Bu sorumluluğunu yerine getirdiğinde barışı ikame eder. Barış ise varlığın üzerine bina edildiği zemindir. İnsan bu zemini korudukça insan kalacaktır, zemin bozulduğunda insan da yapı bozumuna uğrayacaktır.

İnsanın vicdanına sahip olabilmesi ve adalet üzere hareket etmesi, insan olarak varlık sahasındaki yerini güçlendirmesi anlamına gelecektir. Vicdan ve adalet aynı zamanda barışın tesisinde temel bir etmendir. Bu yüzden insan vicdanına sahip çıkmalı ve adaletten sapmamalıdır. Temel soru şu: vicdana sahip çıkmak için insan hangi haslete sahip olmalıdır? Bu çerçeve içinde ikinci bir soru da; Adalet için gerekli olan zemini nasıl kurabiliriz? Birbirini besleyen bu temel iki soruya bir cevap oluşturmalıyız. Yoksa çözümsüzlüğü bir çözüm olarak ortaya koymaya devam ederiz. İnsanlık tarihi boyunca insanın vicdanı ve adalet duygusu ile buluşmasının azlığı dikkat çekicidir. Ama insan ne zaman bu iki temel duyguya sahip olduğunda dünya yaşanabilir bir dünyaya dönüşmektedir. Tarihte buna örnek yaşamlar ne kadar çok az…

Sorulara geri dönelim… Vicdan ve adalet duygusu için nesnel bir zemine ihtiyacımız vardır. Yani duygularımıza kapılmadan bir başkasının da kabulünü sağlayacak bir vasatı inşa ederek ancak sahip olunabilir olandır. İşte bunu sağlayacak vasat ise; her vicdan ve akıl sahibinin ortak bir zeminde buluşmasını sağlayacak olan vasatın inşasıdır. İnsan, yanlış zeminde de buluşamaz mı? Tarih bunun örnekleri ile doludur. Ancak bu buluşma hep bir baskı ve güç kullanımı sonucu veya aldatarak ikna araçlarının tesiri ile gerçekleşmektedir.

Meseleyi ele alalım; nesnel zemin, herhangi bir baskının varlığını etkisizleştirme imkânı ve ihtimalinin varlığıdır. Yani duygularımıza yenik düşmeden kendi istek ve arzularımızın bizi yönlendirmesine imkân tanımadan veya bir şekilde bizi aldatanların aldatıcılığını dikkate alarak bu tuzaklara düşmemeyi sağlamakla mümkün olacaktır.

Aslında mesele açıktır. Vahiy bize sürekli iki ayeti hangi işe başlarsak başlayalım, onu okuyarak başlamamızı söylüyor. Bu iki ayet euzubillahimineşşeytanirrecim ile bismillahirrahmanirrahim ayetleridir. Takvanın bu iki ayet ile ne ilişkisi var? Zaten mesele de burada açığa çıkıyor. Çünkü bu iki ayet bizim Müslüman olmamızı ve Müslüman kalmamızı sağlayacak ve sürekli bir ilahi gözetim altında olacağımız şuurunu verecek ayetlerdir. Evden çıkarken, bir işe başlarken, bir yere girerken, bir yerden çıkarken, bir işe yeltenirken, bir işi bitirdikten sonra dönüşe başlarken, eve girerken ve bir faaliyet veya eyleme başlarken sürekli bu iki ayetin okunması istenmektedir. Takva bu iki ayetin gereğini yerine getirmekten başka bir şey değil aslında…

Vicdan ve adalet için nesnel zemin diye yukarıda bir tespitte bulunduk; işte bu iki ayet tam olarak kavranıldığında bize bu nesnel zemini herhangi bir başka şeyden çok daha fazlası ile verecektir. Nasıl mı? İnsan, iki yönden kendini aldatabilir… Birinci yön, kendine olan güveni ve bu güvene bina edilen kibri, ikinci yön ise; kendi dışından kendisini aldatacak bir zeminin harekete geçmesi ve ona kanması üzerine… Bu iki ayet, bu iki durumu dengeleyecek bir özellik taşır.

Euzu ile başlayan ayet, bize kendi dışımızdaki kötülük odaklarından en büyük olan Allah’a sığınmaya davettir. Sürekli bu ayeti okuyan ve anlayarak hayatına tatbik eden kişi, kendi dışındaki bir gücün etkisi ile aldatılmaya karşı dikkat kazanacağı için öyle kolay aldatılmayacaktır. İkinci adım ise; kişinin kendi yaptıklarına karşı kazandığı mağrurluktur. Besmele ise bu mağrurluğu ortadan kaldırır. Yani kişi her hangi bir işe başlarken besmele ile başlarken şunu dememiş oluyor: ben bu işi yaparken Allah’ım senin gücüne yaslanarak bunu yapıyorum ve senin rızana matuf olduğu için yapacağım… Sürekli bir işi yaparken bu şekilde ayet okuyarak ve yorumlayarak iş yapanların kendi adına bir mağrurluk ve kibre saplanması söz konusu edilemez.

Bu çerçeve aynı zamanda bize nesnel bir zemin sunmaktadır. Bir meseleye bakarken, kendimize mal etmediğimiz zaman duygusal etkiyi kırıyoruz. Dışarıdan bir etkileşime karşı da korunma refleksi geliştirerek muhafaza edilmiş bir nesnel zemine sahip olmaya başlıyoruz. Bu çok önemli… Çünkü karşı karşıya kaldığımız her hangi bir durumun neliği meselesini bu çerçeve içinde yorumladığımız için daha sağlıklı bir nesnel zeminde kalacağımız için doğruya ulaştığımız gibi bir yanlışa düştüğümüzde ise bunu gidermenin vasatı da hazır durumda olacaktır.

İşte vicdan sürekli kendisini geri plana atan ve dıştan gelecek bir yanıltmaya yönelik iradi bir duyarlılık kazanan kişide olgunluk seviyesinde açığa çıkar. İnsanlar bu şahsa vicdanlı insan demekte tereddüt etmezler…

Vicdan sahibi kişi ise adalet sahibi olma adına önemli bir zemin kazanmış olur. Aynı dikkati sahaya, dış âleme yönelttiğinde ise adalet tecelli olur. Bu durum, kişinin kendi bencilliğini aştığı sürece ve kendisini aldatacak zemini kapalı tuttuğu sürece adalet tecelli edecek ve vicdan ise sürekli kendisini geliştirerek adaletin ikamesinin sürekliliğini sağlayacaktır. Bu mikro seviyede böyle geliştirildiği gibi makro seviyede de bu şekildedir. Makro seviyede bunun geliştirilmesi için vicdan duygusunu geliştirecek bir zeminin kurulması şartını yerine getirilmelidir tabi… 

Meselenin özü de bu makro zeminde bunu sağlamaya matuf bir zemin kurabilmektir. O zaman insanlara neyi önererek bu durumu gerçekleştirme imkânı sağlanabilir? Bu durumu sağlayacak olan şey; fedakârlık, feragat etmek ve kendinden çok başkasını düşünme ameliyesini genelleştirecek bir zemine yaslanmaktan geçer. Ancak bunu bir tek kavrama indirgemek ve daha anlaşılır kılmakta yarar var… O da ‘beklentisizlik’ kavramıdır. Beklentisizlik kavramının üzerine bina edileceği en önemli kavram ise ‘sevgi’dir. Varlığın sevgi üzerine bina edildiğini biliyoruz. İnsan sevgiye dayanarak yardımlaşmayı en üst seviyeye çıkarabilir. Ama beklentisizlik, insanın hiçlenerek varlık kazandığı, insan olarak sorumluluğu üstlendiği ve takva sahibi bir kul olarak varlığını idame edebileceği bir vasatı kazandığı anlamına gelmektedir. Bu konuda İlahi İradenin, yardımın devamlılığını sağladığını da ifade etmekte yarar vardır. Yani kişi, beklentisiz bir yaşam alanını süreklileştirerek eylemlerine yön vermeye başladığı andan itibaren ilahi gözetime şuurlu bir şekilde cevap teşkil edecek bir yaşamın sahibi olacaktır. Bu yaşam onu nesnel bir tutum almaya ve vicdanı ile adalet duygusunu güçlü kılmaya yönelteceği açıktır. İnsanlar ise taklit sayesinde öğrenirler, yani görerek farkındalık oluştururlar. Yeterli sayıda kişinin takva özelliği taşıdığı görüldüğü zaman, bu kişilere katılacak kişilerin varlığı da çoğalacaktır. Böylece vicdan harekete geçecek, adalet ikame olunacak ve buna yeni kişilerin katılımını sağlayacak bir vasatın kurulmasına imkân bahşedilecektir. İşte meselenin özü burada bir kez daha açığa çıkıyor: Bu takva sahibi kişiler, yani seçilmiş bu kullar, hangi şartlar muvacehesinde seçilmiş olacaklar? Beklentisizliğin bu seçilmişliğin en önemli göstergesi olduğunu biliyoruz. Aynı şekilde beklentisizliğin nesnel bir zeminin korunmasında temel saik olduğunu da biliyoruz. Ve yine bu beklentisizliğin vicdan ve adaletin varlığı açısından da kaçınılmaz olduğunu biliyoruz. İşte bu beklentisizliği sağlayacak ayetler ise yukarıda belirtilmiştir. Yani yanılgıdan kurtulmak için ilahi olana sığınma ve kendinden vazgeçmek içinde ilahi olanın iradesi ve gücü ile O’nun rızasına matuf işler yapan kişi takva sahibi olacaktır. Bu takva sahibi olan ise ‘beklentisizliği’ bir yaşam tarzına dönüştürecektir. Vicdan ve adalet ise bu beklentisizliğe bina edilebilecektir. Böylece barışın ikamesi sağlama alınabilecektir.

Mesele beklentisizliğe ulaşabilmek ve bunların sayısını çoğaltacak bir yaşam biçimine varlık kazandırmaktır… Allah bizi en doğru olana ulaştırsın, Rabbim doğru olanı bilendir…




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —