Yaşadığımız hayatın bize öğrettiği ve gösterdiği durum şudur ki, bu son patlamanın içinde barındırdığı geleceğe dair sorular ve kaygıların yeniden gündeme gelmesi. Daha doğrusu gelememesi. Bu gibi olaylar olduğunda benim şöyle bir tepkim olmuştur: “Eyvah!” Evet eyvah. Bu, çok anlamlar ifade ediyor. Bu gibi olayları analitik bir bakış ile çaprazlama, derinlemesine ele alınmasına fırsat verilmez. İnforme edilen, yani bilgiyi sunanların sunduklarıyla yetinilmek durumunda kalınır.
Dönemlerin belli örgütleri var, onlar hazır birer kalıp olarak önümüzde durur. Onlar göz ününde, belleklerde yer eden kesinlikler olduğundan onun etrafında düşünmekten başka bir seçenek bırakmaz. Tek amaç orasıdır, o açıdan bakılınca düşman da, örgütler de bellidir. Bize bunu biraz da “derin güç”ün belirlediği açıdan başka bakmaya fırsat verilmez.
Uğur Mumcu ve dönemin kimi aydınlarının katliamıyla ilgili hazır bir “İran” sendromu vardı. Bu faili bilinemeyen, katillerinin ve arkasındaki örgütlerin neler ve kimler olduğu hâlâ bilinememektedir. Yıllarca kimi isimler etrafında kurgulanan oyunlarla yetinildi.
1980 sonrası sol düşüncenin veya o çevrelerin üzerinden bir silindir geçmiş, kesimler arasında yakınlaşmalar olmuş, aynı panellerde, oturum ve ortamlarda bir araya gelinmiş sorunlar tartışılmış ve konuşulmuştu. Edebiyat çevrelerinde yakınlaşmalar olmuştu. Ankara sokaklarında başlayan ve Türkiye’ye yayılan, “İran” sendromunun oluşturduğu duygu ile “Kahrolsun Şeriat” diye bağırılmıştı. Kesimler arasındaki yakınlaşmaların önüne geçilmiş, yeniden birbirine düşman ve hasım hâle getirilmişti.
Uzun süredir üzerinde ısrarla durduğumuz bu nefret dili ve düşmanlığının oluşturduğu ruh hâli yeni bir oluşum ve yakınlaşmanın önüne geçmenin tek yolu. Türk ile Kürt halkının, Alevi ile Sünnilerin, laik ve anti-laiklerin yakınlaşması hiç arzulanmıyor. Bunlar sürekli olarak nefret oluşturularak birbirlerinden uzaklaştırılıyor. Eğer bu gibi yakınlaşmalar olursa o zaman bu millet nasıl birbirine düşman edilecek, nasıl emperyalizme ve servislere hizmet edilecek?
Bölgedeki olayların, gelişmeler, Müslüman halkların yakınlaşması asla istenmez. İnsanlar öylesine doldurulmuşlardır ki, nefret öylesine oluşturulmuştur ki istense de bu kesimlerin bir aradalığı düşünülemez.
Epey bir süredir “Arap” ırkı nefretinin bu kadar oluşturulduğu bir zamanda, bu eylemlerin içindeki piyonun veya her neyse Arap olması, bölgenin içindeki durumlar ile de özdeşleşince ister istemez nefret sonucu bakışlar istenilen yöne yönlendirilebiliniyor.
Evet, bir “derin güç” var ve bu güç hiçbir zaman bilinemiyor, anlaşılamıyor üstesinden de gelinemiyor. Bu yapının içeride ya da dışarıda olması sonucu değiştirmiyor. Irkçılık ile iyice politize edilmiş doldurulmuş kitleler için bulunmaz bir ortam oluşuyor. Kitlelerin savrulması, kabullenmesi, yönlendirilmesi hiç de zor olmuyor.
Türkiye insanın bir aradalığı elbette ki kimi kesimleri mutlu etmiyor. Bu, ister içeride ister ise dışarıda olsun hiç fark etmiyor.
Bu millet bir yolla birbirine kırdırılmaya devam edecek anlamına geliyor. Terörsüz ve nefretsiz olmayacak anlamına geliyor.
Bölgemizin fitne kaynağı Siyonizm ve ırkçılık. Üstüne üstlük modernizm anlamında henüz tam anlamıyla dönüştürülememiş bir İran halkı, orada yaşananlar, İran, Azerbaycan, Ermenistan, Türkiye, İsrail, Suriye, Irak düzlemi her türlü olaya, oluşuma gebe.
Bir halkın kendi devletine, ya da kendi milletine olan nefreti de ancak böylesi psikolojilerle oluşturulabilir. Türkiye yüz yılı aşkındır bunu fazlasıyla yaşıyor. Nerede, ne zaman bir yaklaşım belirtisi olmaya başlayınca yeni bir hamle de oluşuyor ve terör patlıyor.
Şu siyasal partiler keşke hepsi birbiriyle görüşse, ortak bir dil yakalasa, yakınlaşsa da rahat bir nefes alabilsek. Öyle ki artık bu nefret ve öfke dili ruhlara öylesine sinmiş ki, halklar da neredeyse yakınlaşmak istemiyor. Birbirlerini boğmaya hazır bekliyorlar.