Erol Büyükburç, yıllar önce katıldığı bir yarışma programında kendisine yeterince söz verilmemesine kızmış ve Behzat Uygur’a “Ben burada saksı değilim. Ben Erol Büyükburç’um. Ben Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük sanatçılarından biriyim. Ben Türkiye’de Türk popunu ilk kuran adamım. En çok bana soracaksınız. En çok bana!” diye bağırmıştı.
Erol Büyükburç’un bu çıkışı Türk televizyon tarihine “saksı değilim” başlığıyla geçti. Bu tür durumlar için, “saksı” metaforunun dışında “eşekbaşı değilim”, “korkuluk değilim” gibi metaforlar da bulunur.
Büyükburç’un istediği saygıydı. Çünkü pop müziğini kuran adamdı o. Şahsına değil, Türk müziğine yaptığı katkılardan dolayı saygı duyulması gerekiyordu. Behzat Uygur’un yediği fırça, Büyükburç’un makamını yeterince takdir edememiş olmasındandı.
***
Bizde makam sahiplerinin kendilerini tutamayıp attıkları fırçalar için sık öne sürdükleri gerekçelerden biridir bu: “Bana değil, makama saygılı ol!”
Aslında bu makama saygı meselesi, son zamanlarda yaşanan olaylar sebebiyle birkaç kişinin üstüne atılıp geçiştirilecek bir şey değil. Her tahta çıkanın “tahta saygı duruşu” istemesi boşuna değildir. Kabak birkaç kişinin başına patlamış olabilir ama, bu gerçekte bizim “taht ve saray” kültürüne sahip olmamızla ilgili bir şey.
Küçüklükten yerleştirilir bize taht duyarlılığı. “Hayatta bir yerlere gelebilmek için çok çalışmak lazım” diye bir laf var bizde. O yer neresidir? Hepimiz bir tahtın üstüne yerleşmeye çağrılmıyor muyuz? Doktorun önlüğü, hakimin tokmağı, askerin rütbesi, rektörün cübbesi... Her biri kendince bir taht değil mi? Anne-babalar çocuklarını bu tahta sahip olmaya çağırmıyor mu?
O taht için çalışıp çabalamıyor muyuz? Eğer bu taht bu kadar değerliyse, o tahta yerleştikten sonra, saygı istemek doğal değil mi?
Yeni memur olanların şakayla karışık söylediği bir şey vardır, “Düğmemi kopartmak 6 aydan başlar!” diye. Daha yenice atanmıştır ama iyi kötü bir tahta sahip olduğunun farkındadır.
***
Dediğim gibi, bu, birkaç kişinin üzerine atılıp, geçiştirilecek bir şey değil. Makam ve koltuk her daim önemli olmuştur bizde.
Çünkü taht bizim coğrafyamızda kolay elde edilen bir şey değildir. Uğruna neler feda edilmez, neler bozuk para gibi harcanmaz ki? İnsan bir şey için ne kadar çok şeyini feda ettiğiyse, o şey onun gözünde o kadar çok büyümez mi; efsunlu, kutsal bir şey haline gelmez mi?
Tahtın bekâsı için kardeş katlini bile mazur görebilen bir kültürle yetişmişsek, tahtın yanında insanın ne önemi kalır ki?
Kerbelâ vakasının ardında da bu yok mudur? Hz. Hüseyin’in suçu “makama saygısızlık”, “tahta itaatsizlik” değil midir? Kerbelâ’nın bize öğrettiği “Hüseyin’in başından geçilebileceği ama tahttan vazgeçilemeyeceği!” değil midir?
Taht ne denli yüksekteyse, uğruna feda edilecek şeyler de o kadar artar. Uğruna feda ettiğimiz şeylerin sayısı arttıkça da, taht gözümüzde bir o kadar büyür, kutsallaşır. İnsan çok yatırım yaptığı şeyi önemsemez mi? Ona iki eliyle sarılmaz mı? Hele bir de onun için hayatını harcadıysa, kimliğinden ve kişiliğinden vazgeçtiyse, gözü daha bir kararmaz, “makama saygı” için ne gerekiyorsa onu yapmaz mı?
***
Makamlar ne kadar yüksekse, makam odaları o kadar büyük, makam sahipleri o kadar ulaşılmaz, o kadar dokunulmaz olur bizde.
“Makama saygı” gösterilmesi gerektiği daha makam odalarına girmeden hissettirilir. Binalar haşmetli, odalar heybetlidir. Makam’a hemen giremezsin. Önce bir bekleme odasına alınırsın. Oradan geçtikten sonra bir sekreterin odasında beklersin. Eğer şansın var da makam odasına girebilirsen, ilk dikkatini çekecek olan şey, giriş kapısıyla makam masasının arasındaki uzaklıktır. Oraya ulaşmak için epeyce bir yürümen gerekecektir: “Dur bakalım hele! Odaya girebildin ama bana yaklaşmak için biraz daha gayret gerek!”
Masaya ulaştığında bu sefer masanın büyüklüğü dikkat çeker. Makamlar büyüdükçe masalar da büyür. Bu, makam sahibiyle arandaki mesafenin korunması anlamına gelir. Evet, yanına kadar gelmişsindir ama -ki oraya kadar gelmek için bile ne badireler atlattığını biliyorsun- masa, onu öpüp sarılmana engel olur. Makam sahibiyle arana giren makam masası ancak parmaklarının ucuyla ona dokunabilmene izin verir. Makam odaları insanlara kendilerini “küçük” ve “yabancı” hissettirecek bir şekilde tasarlanmıştır. Her ayrıntı, “Haddini, hududunu bil, sen kimsin ki?” moduyla doldurur odayı. Mekânın da bir dili vardır.
***
Çok söylenir “Makamlar gelip geçicidir” diye. Ama bu doğru değildir. Makam bir defa geldi mi öyle kolay kolay geçmez bizde.
Taht sahipleri tahtını bıraktıktan sonra bile tahtlarıyla anılmaya devam ederler. Başbakanlığı bırakmış olanlara, “Sayın Başbakanım”, valiliği bırakmış olanlara, “Sayın Valim”, bakanlığı bırakmış olanlara “Sayın Bakanım” denir durulur. Bu, makamları bırakıp gidemediğimizdendir. Makamımıza, tahtımıza, koltuğumuza yapışık bir şekilde yaşarız. O artık hayatımızda olmasa bile, onunla anılmaya devam eder, onunla anılmaktan mutlu oluruz; üstüne bir defa oturmuş olmak yeterlidir.
***
Özetle, son günlerde birkaç kişinin üstünden yapılan “kifayetsiz muhterisler” türünden eleştiriler, acaba ne kadar derinlikli, ne kadar samimi?
Sosyal medyada kendisine yapılan küçük bir eleştiriyi, hatta bazen küçük bir soruyu bile kaldıramayıp, gönül rahatlığıyla “engelle” tuşuna basanlar; nemalandıkları makamları korumak için her türlü tutarsızlığı pişkince savunanlar, rektöre, valiye, belediye başkan yardımcısına yüklendikçe yükleniyor. Küçük de olsa bir tahta sahip olunca hemen “sen kimsin ki!” moduna geçenler, ahlaktan, erdemden filan bahsediyor. Makama saygısızlık ettiği için, “sandalye cezası”nı eleştirenler, iyi niyetli eleştirileri bile “saygısızlık” görüp kalemlerinden akan töhmetle cezalandırmadılar mı? Sorun daha derinde, daha yaygın ve pek çoğumuza bulaşmış durumda değil mi?
***
Kur’an yeryüzünde kimseye verilmemiş bir krallığın sahibi olan Hz. Süleyman’ın tahtıyla ilgili çok ilginç bir olayı anlatır. Süleyman bir gün tahtına bir cesedin bırakıldığını görür. Olay bu kadardır. Bu kadardır ama çok fazla şey anlatır. Hz. Süleyman bunun üzerine, ellerini açar yakarır: “Rabbim beni bağışla!” Tahttaki ceset olayıyla ilgili çok mürekkep dökülmüştür. Benim anlayabildiğim mesaj şudur:
“Dikkat et! Ahlakı, erdemi, adaleti, duası ve teslimiyeti olmayan bir güç, ruhsuz bir cesetten başka bir şey değildir.”
Cesede saygı duruşunun putlara saygı duruşundan ne farkı vardır?