En son TRT spikeri Deniz Demir’in Cumhuriyet mesajında “ümmet” kavramına yönelik eleştirisi yeniden bu kavram üzerinde düşünmemizi gerektiriyor. Çünkü sözde Cumhuriyetçilerin eleştirileri karalama, tahrif etme ve etiketlemekten öte gitmiyor. Demir şöyle sözler sarfediyor: “Bizi ümmet olmaktan çıkarıp birey olma bilincini, Cumhuriyet aydınlığını, ilmini armağan eden Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve tüm şehitlerimizi sevgi, saygı ve rahmetle anarken, Cumhuriyet’i zihninde ve kalbinde yaşayan ve yaşatan, bunu gelecek nesillere aktaran siz bu büyük millet ve bu büyük devlet Atatürk’ün kurduğu büyük Türkiye Cumhuriyeti illelebed yaşasın, 29 ekim Cumhuriyet bayramımız kutlu olsun.”
Bu ifadelerinde Demir “ümmet” kavramını “birey olma bilinci”yle karşıtlık içinde ele alarak daha sonra “büyük millet” ve “büyük devlet”e vurgu yapmaktadır. Gerçekte ümmet olmak ve birey olmak birbirine zıt kavramlar mıdır? Birey olmak, büyük millet ve devlet olmakla nasıl bağdaşır? Cumhuriyet, ümmetin yerine bireyi mi ikame etti, yoksa millet ya da ulusu mu koydu? İşte bu ve benzeri sorulara bir cevap vermek üzere önce ümmet kavramını açmak zorundayız.
Kur’an’da toplumu ifade etmek üzere en sık ve en genel anlamda kullanılan kelimeler “ümmet” ve “kavim” kelimeleridir. Çevirilerde “ümmet” kelimesi genellikle “toplum” olarak çevrilirken, kavim kelimesi de olduğu gibi muhafaza edilmektedir. Bu iki kelime arasındaki farkı kavramak için bu kelimelerin etimolojisi ve anlamları üzerinde kısa bir araştırma yapalım.
Ümmet kavramı, Arapça umm (anne-ana) kelimesinden türetilirse, “bir anadan doğanlar, soy, aşiret” anlamına gelmektedir. Buradan toplumun (yani ümmetin) dişil bir kökenden kaynaklandığını ileri sürebiliriz. Neticede toplumu oluşturan insanlar bir anneden doğmaktadırlar.
İkinci bir olasılık, Lisânü’l-ʿArab sözlüğünde “yönelmek, kastetmek; öne geçmek, imam olmak” manalarındaki emm kökünden türediği ileri sürülürse buradan hareketle ümmet kelimesi “kendilerine peygamber gönderilmiş topluluk, kavim, her kabileden bir grup insan, her canlı cinsi, bütün iyilikleri şahsında toplamış kişi veya kendisine uyulan önder” gibi anlamlara gelmektedir.
Kur’an sözlüğü yazarı Râgıb el-İsfahânî, ümmeti “aynı dine inanma, aynı zamanda yaşama veya aynı mekânda bulunma gibi önemli bir unsurda toplanan gruplar” diye açıklamıştır.
Bu açıklamalardan hareketle diyebiliriz ki, kelime hangi kökten türetilirse türetilsin, aynı köke, aynı ortak değere veya aynı öndere bağlı olan bir topluluğu ifade etmektedir. Başka bir deyişle toplumun temelinde “birlik ilkesi”nin bulunduğu vurgulanmaktadır! Bu birliği oluşturan şeyler (aynı kök, aynı inanç, aynı mekân-zaman ya da aynı önder) toplumsal birlikteliğin oluşturucusu ve güvencesi olan şeylerdir.
Kur’anda ümmet kavramının farklı ölçek ve seviyelerde kullanıldığını görüyoruz. İlk olarak Hz. İbrahim’in kendi başına bir ümmet olduğu beyan edilerek bireysel düzlemde kullanılmaktadır. İlgili pasajı bağlamıyla birlikte veriyoruz: “Gerçek şu ki, İbrahim (tek başına) bir ümmetti; Allah’a gönülden yönelip itaat eden bir muvahhiddi ve o müşriklerden değildi. O’nun nimetlerine şükrediciydi. (Allah) Onu seçti ve doğru yola iletti. Ve biz ona dünyada bir güzellik verdik; şüphesiz o, ahirette de salih olanlardandır.” (Nahl, 16:120-122)
Bu ayetin geçtiği Nahl Suresi, Mekki bir mesaja sahiptir ve geçmiş toplumlar ve peygamberler hakkında Mekke halkını bilgilendirmektedir. Burada Hz. İbrahim’in çok önemli bir özelliği vurgulanmaktadır ki, o da tek başına bir ümmet olmasıdır. Müfessir Elmalılı, bu ayetin tefsirinde şu görüşe yer vermektedir: “Şüphesiz ki İbrahim, başlı başına bir ümmetti. İnsanlar hep kâfir iken o, bir hanif, yani batıl dinlerin hepsinden yüz çevirerek hakka yönelmiş temiz bir muvahhid (Allah’ın birliğine inanan) olarak Allah için ayağa kalkmıştı. Hem o, müşriklerden değildi. Yani müşrik oldukları halde kendilerini İbrahim’in milletinden sayan Kureyş ve diğerleri gibi müşriklerin dinlerine asla katılmamıştı.”
Hz. İbrahim’in tek başına bir ümmet olması, onun kendi toplumundan ayrı bir yol izlediği anlamına gelmektedir. Kendi toplumu gök cisimlerine tapan pagan bir millet iken, o gök cisimleri (ay ve güneş) üzerine yaptığı gözlemlerle onların gelip geçici olduğu sonucuna varmış ve tüm bu gelip-geçici fenomenlerin ötesinde aşkın bir varlık olarak Allah’ın olduğunu keşfetmiştir. Nitekim bu olay Kur’an’da En’am Suresi’nde (6:74-79) detaylıca tasvir edilmektedir:
Hz. İbrahim düzen kanıtıyla Allah’ı keşfetmekle kalmamış, kendi toplumuna karşı bir mücadele de vermiştir. Bu mücadele Kur’an’da uzun uzadıya anlatılmaktadır. Bunu İbrahim kıssalarında okuyabiliriz ama burada vurgulanmak istenen nokta açıktır: Hz. İbrahim toplumundan ayrılarak kendi başına bir toplum (ümmet) olmayı seçmiş ve başarmıştır! Bu sadece felsefi açıdan değil, sosyolojik olarak da ibretlik bir olaydır. Toplum, birçok sosyoloğun sandığı gibi insanın bir zindanı değildir. Toplum insanı etkiler ama belirlemez. Eğer belirleme (determinizm) kesin bir yasa olsaydı, tarihte ne yenilikler ne de değişimler olmazdı.
Kur’an’ın bu örnekle vermek istediği mesaj şudur: İnsan, aşkın bir varlıktır. Toplumun ve çevresinin kendisine dayattığı tüm anlayış ve ideolojileri pekâlâ yıkabilir. Bu anlamda insan seçim yapma şansı olan bir varlıktır ve seçimleriyle insandır. Onun toplumsal bir varlık olması, tamamıyla topluma tabi olacağı anlamına gelmemektedir.
Kur’an’da ümmet kelimesinin ikinci bir kullanımı toplumsal düzeydedir. Bu noktada pek çok ayet örnek verilebilir. Ancak biz iki örnekle yetiniyoruz.: “Andolsun biz, her ümmete, “Allah’a kulluk edin, tâğûttan kaçının” diye peygamber gönderdik. Allah, onlardan kimini doğru yola iletti; onlardan kimine de (kendi iradeleri sebebiyle) sapıklık hak oldu. Şimdi yeryüzünde dolaşın da peygamberleri yalanlayanların sonunun ne olduğunu görün.” (Nahl, 16:36) Burada “tağut”tan kasıt Allah’tan başka tapılan nesneler ya da izlenen kişilerdir.
“Onlar gelip geçmiş bir ümmettir. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Siz onların yaptıklarından sorumlu tutulacak değilsiniz.” (Bakara Suresi, 2:134)
Bu tür beyanlardaki genellemeyi görmemek neredeyse imkânsızdır. İlk ayet, her ümmete gönderilen mesajı hatırlatmakta ve bu mesaj karşısında toplumların farklı tutumlar içinde olduğunu bildirmektedir. Hak veya sapıklık yolunu tutmak ümmetlerin kendi tercihidir ve Allah bu tercihlerine göre onların yolunu çizmektedir.
İkinci ayet, ümmetlerin sorumluluk noktasında tekilliğine işaret etmekte ve her bir toplumu kendi yaptıklarından sorumlu tutmaktadır. Her toplumun kazandığı kendinedir. Günah veya sevaplarda kalıtımsallık bulunmamaktadır. Hiçbir birey başkasının yaptıklarından sorumlu olmadığı gibi hiçbir toplum da başka toplumların yaptığından sorumlu tutulmayacaktır. İlahi adalet bunu gerektirmektedir.
Toplumsal düzeyde ümmet kavramının kullanımında belirli bir genellik olduğu gibi her bir ümmeti bir kendi başına bir birim (entite) olarak lanse etmede söz konusudur. Toplum sınırları olan ve toplu hareket etme kabiliyeti gösteren bir bütündür. Ortak paydalarından dolayı kollektif hareket ve eylemler pekâlâ söz konusu olabilmektedir. Toplumu bir entite ve bütün olarak hareket etmeye sevk eden en önemli etken, başındaki lider ve seçkinlerdir.
Üçüncü olarak Kur’an’da ümmet kavramı, insan topluluklarını da aşan kozmolojik bir çerçevede kullanılmaktadır. En’am Suresi’nin 38. ayeti, ümmet kavramının semantik alanını tüm canlılar âlemine yaymaktadır: “Yeryüzünde gezen her türlü canlı ve (gökte) iki kanadıyla uçan her tür kuş, sizin gibi birer ümmetten başka bir şey değildir. Biz Kitap’ta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Sonunda hepsi Rablerinin huzuruna toplanıp getirilecekler.”
Bu ayet, bize her canlının toplumsal bir hayatı olduğunu ve tıpkı insan toplumları gibi hareket etme kabiliyetleri olduğuna işaret etmektedir. Ümmet kelimesini açıklarken bu ayeti alıntılayan İsfahani şu yorumu yapmaktadır: “Bunlardan her bir tür belirli bir yol üzeredir, belirli bir davranış, hareket tarzına sahiptir. Yüce Allah (bu yolu, davranış, hareket tarzını) bir tabiat olarak onlara teshir buyurmuş; onları zorla boyun eğdirip belirli bir amaç ya da amaçlar doğrultusunda sevk etmiştir. Örneğin örümcek gibi bir kısmı dokumacılık yapar. Ağacı delip geçen kurtçuklar gibi bir kısmı ev inşa eder. Karınca gibi bir kısmı biriktirir. Serçe ve güvercin gibi bir kısmı da günlük yiyeceğe itimat eder, dayanır. Bunların dışında da her türün kendine özgü bir tabiatı vardır.”
İnsan ve insan topluluklarıyla diğer canlılar arasında önemli bir fark vardır. İlki kendi tabiatı gereği düşünme ve irade kabiliyetlerini kullanırken, ikinciler içgüdülerine göre hareket ederler. Dünya bizim için türsel bir kafes değildir, fakat kendimizi gerçekleştirebileceğimiz büyük bir alandır. Ama bireysel ama kollektif eylem yaparak bu alanda, deyim yerinde ise bize uyarlanmış ve sürekli uyarlanabilir ikinci bir doğa yaratıyoruz. Bu ikinci doğa, Alman sosyolog ve filozof Arnold Gehlen’e göre, davranış kalıplarından –kurumlardan- oluşmaktadır. Davranış kalıpları eksik kalan içgüdülere karşılık olup onların yerine ikame edilen şeylerdir.
Buraya kadar ümmet kavramını ve kullanımlarını açıklamaya çalıştık. Kavim kelimesine gelince, bu da ümmet kelimesi kadar oldukça kullanışlı ve önemli bir sosyolojik kavramdır. Kavim sözcüğü, ümmet sözcüğünün zıddına eril bir anlam çerçevesine sahip görünüyor. “Esasen erkeklerden oluşan topluluğa verilen bu ismin, Kuran’da her zaman bu şekilde kullanılmadığını biliyoruz. Bizim genellikle toplum olarak çevirdiğimiz “qavm” kelimesi, Kuran’da ‘medeniyet’ anlamına gelebilecek şekilde de kullanılmaktadır. Aynı toplum içerisindeki, farklı değer yargıları etrafında öbeklenen grupları da “qavm” olarak isimlendiren Kur’an, buna bağlı olarak, hâkim kadronun-zihniyetin değişmesiyle oluşan durumu da yeni bir kavmin getirilmesi olarak nitelemektedir.” (Ömer Özsoy, Sünnetullah, Bir Kur’an İfadesinin Kavramlaşması, Sh. 139-140, Fecr Yayıncılık, Ankara 1994).
Kur’an, tarihte yaşamış ve özellikle içinden peygamberlerin geldiği çeşitli kavimlerden bahseder. Örnek olarak şu ayetlerde üç kavmin adı birden geçmektedir: “Şüphesiz O (Allah), önce gelen Âd kavmini ve Semûd kavmini helâk etti ve hiç kimseyi bırakmadı. Daha önce de Nûh’un kavmini helâk etmişti. Şüphesiz onlar daha zalim ve daha azgın kimselerdi.” (Necm Suresi, 53:50-52)
Kronolojik olarak Nuh kavmi önce gelmektedir. Hz. Nuh, Âdem peygamberden sonra insanlığın ikincisi atası olarak kabul edilmektedir. Âd, Nûh’un torunlarından Avs’ın oğludur. Hz. Nûh’tan sonra yaşamış olan bu kavme, peygamber olarak Hz. Hûd gönderilmiştir. Âd kavmi, Hûd’u yalanlayıp onun getirdiği dini inkâr ettiği için şiddetli bir rüzgârla cezalandırılmıştır. Semud kavmi, Âd kavminin devamı kabul edilmekte ve bu sebeple “ikinci Âd” diye bilinmektedir. Ad kavmine Salih peygamber gönderilmiştir. Aslen Yemenli olduğu, Himyerliler tarafından sürüldükten sonra Hicr denen bölgeye yerleştiği, Amâlika’nın devamı olduğu ya da güneyden gelip kuzeye yerleşen bir Arap topluluğu sayıldığı şeklinde farklı görüşler ileri sürülmüştür.
Kavimlerin adlandırılması genellikle iki şekilde olmaktadır. Ya kurucu kişi üzerinden bir kavim isim almaktadır ya da kavme gönderilen peygamber adıyla anılmaktadır. “Nuh kavmi” ifadesi ilki için bir örnek teşkil ederken, “Ad kavmi” ifadesi ikincisine bir örnek oluşturmaktadır.
Kavim olarak adlandırılan topluluk, ümmet’ten daha dar anlamlıdır. Çünkü kavim aynı soydan gelen, dil, töre ve kültürleri ortak olan bir insan topluluğudur. Bununla birlikte kökene ve ortak paydalara atıf yaptığı için benzer yönleri de bulunmaktadır.
Bu kavramların günümüzde ne ifade ettiğini anlamak için şu söylenebilir: Günümüzde Türk, Kürt, Arap gibi ifadeler bir kavmi ifade ederken, içinde farklı kavimlerin olduğu geniş toplulukları ise ümmet/toplum kelimesi ifade etmektedir. Avrupa toplumu, Batı toplumu veya Ortadoğu toplumları gibi ifadeler daha çok ümmeti ifade ederler.
Tarihsel gelişme, “ümmet” denilen toplumlardan, bir kavmin egemen olduğu “ulus” toplumlara doğru olmuştur. Ulus sözcüğü, hatalı da olsa “millet” sözcüğüyle de ifade edilmektedir. Arapçada ümmet ve millet kelimeleri birbirleriyle eş anlamlıdır. Modern zamanlarda Batı’dan gelen “nation” kavramının nasıl karşılanacağı önemli bir tartışma konusu olmuş ve bazen “kavim” bazen de “millet” olarak çevrilmiştir. Gerçekte “nation” ne kavimdir ne de millettir. Belki en doğrusu yeni Türkçe bir kelime olan “ulus” olarak çevrilmesi daha isabetlidir. “Nation ya da ulus”, bir kavmi değil birçok kavmi içine alabilen bir anlam çerçevesine sahiptir. Ama çoğunlukla gözlemlendiği üzere bir kavim ulus içinde hâkim ve duruma vaziyet eden bir konuma sahiptir.
Özetlersek; bugün “kavim” kavramını tarihsel ve kültürel antropolojik bir anlamda kullanabiliriz. Çağdaş ulus toplumunda soy ile ilgili özellikler önemli oranda belirleyici olmaktan çıktığı ve birçok kavim iç içe geçtiği için kavimler orijinal özelliklerini kaybetmişlerdir. Türkçede yanlış anlamalardan kurtulamamışsa da ümmet, yani “toplum” kelimesi kavmin muhtevasını aşan bir anlamda kullanılmaya elverişlidir.
Gelecek hafta bu konuya devam edeceğiz.
Kaynak: farklı bakış