08. 09. 2018 Cumartesi
Sait ALİOĞLU
Arap baharının itkisiyle Suriye´de halkın başta sivil gösteriler ortaya koyarak ya yönetimin ?tamamen´ değişmesi, ya da yönetimde birtakım idari değişikliklerle birlikte; başta sosyal, siyasal ve en önemlisi de ekonomik alanda değişim talebi bağlamında, ülkenin güneyinde konuşlu buluuau Der´a şehrinde birkaç hafta süren ?barışçıl eylemler´ olmuştu.
Ki bu barışçıl eylemlere kulak kabartılıp Der´alıların isteği üzerinden hareketle tüm ülkeyi kapsayacak şekilde devlet birçok değişikliğe gidebilir, barışçı eylemler amacına ulaşır ve muhtemeldi ki iyi bir sonuç alınabilirdi.
Buna başta Esed yönetimi dikkate almadı. Aslında yapılan bu eylemleri, sun´i bir dalga içerisinde birden yayılan bir etki olarak okuduğundan olsa gerek ciddiye almadı. Ya olası sonucunu kestiremedi, ya da işin gideceği yere kadar girmesi konusunda kendisini, birçok güvenceli durumundan dolayı pek de önemsemedi denilebilirdi.
Esed yönetimi halkı önemsemedi, onların isteklerini pek ciddiye ve dikkate almadı. Yukarıda da değindiğimiz üzere, soğuk savaş döneminden kalan, birçoğu da halen geçerli olan alışkanlıklardan hareketle kendisine pek bir şey olmayacağını; zorda kalırsa şayet, başta Rusya´nın, İran´ın, Hizbullah´ın ve ?olabilirdi ki´ bir iki Avrupalı devletinde kendi yanında duracağını düşünüyordu.
Bu konuda pek de haksız sayılmazdı.
Bu yüzdendir yedinci yılından gün alan Suriye ?iç savaşı´ her şeyden ziyade Esed´in gün be gün güçlendiği, ?kaybettiği´ birçok mevziyi tekrardan ele geçirdiği, yeniden kazandığı artık herkesin malumu?
Bu konuda kim ne yaptı, ne dedi ve sonuç ne oldu?
Bilinen bir gerçekti ki bir evde, bir ailede kavga ve niza çıktığında, dostların üzüldüğü, düşmanların ise sevindiği vaki olurdu. Ki bu da işin doğasında vardı. Ama Suriye konusunda az da olsa bir farklılık göze çarpıyordu.
Düşmanların sevinmesi gayet normaldi, ama ?bazı´ dostların üzülmeleri ve ellerinden gelen gayreti ortaya koymaları gerekirken, durum tam tersi olmuş, doksanlı yıllarda ABD´nin Saddam´ın Irak´ını işgal ettiğinde ?liberal´ Özal, bu işten kâr elde etmeyi düşünmüş olmalıydı ki, ?dahil ol, sende kazan´ mantığı içerisinde Amerikan işgalinden yana olmuştu.
Ama Amerika´ya bir zararı oldu mu, olmadı mı; kaybeden Türkiye olmuştu. Maddi bir kazancı olmadığı gibi, bırakın Saddam gibi işbirlikçi bir zalimi, Irak halkının düşmanlığını kazanmıştı Türkiye?
Suriye konusunda da başta barıştan yana, barış dilini kullanan birçok kişi, kurum ve kuruluşun ?barıştan yana´ tutumları ve dile getirdikleri sözler pek dikkate alınmamış; tıpa tıp Özal´ın ki gibi olmasa da, ?Suriye zaten bizim toprağımızdı´ kabilinden hilafetçi, yerine göre İttihatçı, fetihçi birrr mantıkla neredeyse, ?ast´tan üst´e´ iktidardan, stratejiste, muhafazakâr(laşan) medyaya ve sıradan halka kadar bir silsile içerisinde; ya doğrudan Suriye´ye girme, orayı ele geçirme, elde tutma, ya yüzü birçok açıdan Türkiye´ye dönük ?ılımlı´ muhalifler aracılığıyla Esed´i devirme, onu baştan atma düşünce ve eylemlere cevaz verme, ya da ?Türkiye için en kötü seçenek olan- IŞİD/DAEŞ gibi ?küresel ?cihad? örgütlerini, o da kontrollü bir şekilde izleme ve yönlendirme ile başarı elde etme düşüncesi ağırlık kazanıyordu.
Görünen bir şey vardı ki Mustafa Kemal´in ?Yurtta sulh, dünyada sulh´ ilkesi, devlet yeniden yapılandırılırken, eski devlete ait birçok söylemin ?tümden´ değişimi bağlamında, suhl, yani barış diyen bir anlayışın yerine, hazır elde Suriye varken, her ikisinin de karması sayılabilecek bir üst akıl, ya da ne kadar gerçekçi durur bilinmezdi, ama bir ?devlet aklı´ devreye girmişti.
Öyle ki dönemin Dışişleri Bakanı sıfatıyla işin başında bulunan ve aynı zamanda ?işin kitabını´ yazdığını bildiğimiz zevatın ?Suriye´deki sosyal yapıyı çok iyi biliyoruz, kimin ne olduğunu, ne olmadığını, hangi yerde kim var, kim yok; biz harekete geçtiğimizde, işaretimizi gözetleyen ve bizimle birlikte harekete geçecekler? kabilinden ifadeler, Türkiye´yi adeta Suriye topraklarına girmek için kurgulanmış gibiydi?
Ama işin hiç de öyle olmadığı zaman ilerleyince ve Esed´in baştan beri güvendiği devletlerin, örgütlerin ve yapıların ?çoğu da apaçık bir çıkar peşinde idiler- Esed ile birlikte hareket etmeleri Türkiye´yi de gerek sahada ve gerekse de ?defalarca´ masada zor duruma sokmuştu. Örnek olarak; 7 Eylül 2018 günü Tahran´da yapılan ?Tahran Zirvesi´nde açıklanan sonuç bildirgesine baktığımızda iş daha da net anlaşılacaktı.(*)
Barış; Üçüncü yol?
Yukarıda bir evde ve ailede kavga ve niza çıktığında ?dost ve düşman´ın olası tavrına dikkat çekmiştik. Suriye konusunda ise, bir açıdan taraflar adeta yer değiştirmişti. ?kadim´ düşmanlar baştan belliydi, ama Türkiye gibi, hem coğrafya ve hem de bu olguya bağlı olarak kader birliği yapmış bulunduğunu düşünülen bir ülkeye yönelik ?oranın halkını koruma düşüncesi ile olsa gerek- fetihçi mantıkla ?kalkanın yeri giderdi?´ misali harele gürele Suriye´ye girme düşüncesinin yerine, salt barıştan yana tavır takınılsaydı, bu iş Der´ada başladığı üzere barışçı bir şekilde sonuçlanma ihtimali belirse idi, bu gün Suriye üzerinde konuştuğumuz birçok şeyi hiç de konuşmamız, daha güzel sonuçlara yaklaşmış olacaktı. Ama olmamıştı!
Mazlum Der´in teklif ettiği ?Üçüncü Yol´ dikkate alınmadı. Bırakınız, muhafazakâr yapıları, şunları bunları, birçok İslamcı yapının dahi bu teklife, -sanki içi dış güçler- muhtemelen İran ve Rusya- tarafından doldurulduğu ve hatta Erdoğan karşıtlığı üzerinden Esed´e yandaş olan bilumum sol cenahın ve onlara sıcak bakan Ak Parti muhalifi olarak lanse ettikleri bir avuç İslamcının yanlışı olarak deklare edilmişti.
Halbuki savaşa girmeden az önceki düzlükte barış söylemi dikkate alınmış ve değerlendirilmiş olsaydı, ne fetihçi zihniyet, kendine bir meşruiyet zemini bulabilir, ne ılımlı muhalifler gibi kendimize,mahiyeti pek de bilinmeyen partnerlerimiz olurdu ve ne de IŞİD/DEAŞ gibi canavar yapıların insafına kurban olurduk?
Anlaşılan barış düşüncesi pek kabul görmemişti, cümbür cemaat hep birlikte...
Her şeyin bir sonu olacağı, olması gerektiği vechile Suriye savaşının da elbette bir sonu olmalıydı, akıl ve mantık içre düşünüldüğünde. Özellikle de milyonlarca Suriyeli mazlumu yıllardır misafir eden, bağrına basan ülke olarak Türkiye´nin ve bu konuda türüne pek de bir daha rastlanmayacak olduğunu düşündüğümüz halkının çabaları ile, artık bu savaşın sürdürülmesinin reel olmadığını düşünen ve gören ve bundan dolayı, tarafların razı olup olmadıklarına bakılmaksızın bu işin nihayete ermesini düşünen ?yetkili ve resmi´ birçok gücün, başta kendi çıkarlarını koruma düşüncesi giderek ağırlık kazanıyordu.
İşte ister hakikati içersin, reel olsun; isterse de bunca yıkımdan sonra elde kalanın da zayi olmaması açısından Rusya, İran ve Türkiye´nin dâhil olduğu Soçi ve Astana süreci benzeri bir süreci içeren Tahran Süreci´de yine tarafların kendi çıkarlarını yeniden elde etme düşüncesine dayalı bir içeriğe sahip idi.
Bakalım, görelim ve gözlemleyelim; Tahran süreci bir işe yarayacak mıydı? Bunun kazananı ve kaybedeni olacak mıydı, ya da hep birlikte ?herkesin ?nihai´ hesabı Allah©´a kalmak üzere- maddi düzlemde, iş ?tamamen´ nerede sonuçlanacaktı?
(*) Tahran Zirvesi ve onun Türkiye´ye yönelik getirileri ve götürüleri konusunda bir yazıyı daha sonra kaleme almayı düşünüyoruz?