Ne yapsak ki acaba? Tedbirsizliğimizin adını ‘tabii afet’ mi koysak? Yoksa ‘kader’ deyip haşa suçu Allah’a mı atsak? Deprem kuşağının üstünde yer alıyor muyuz? Deprem uzmanlarımız var mı? Alınması gereken tedbirlerin neler olduğunu söylüyorlar mı? Bu söylenenlerin haklı ve yerinde olduğunu kabul ediyor muyuz? Buna uygun önlemler almadığımızda başımıza nelerin geldiğini biliyor muyuz? Ne tür bedeller ödediğimizi yaşayarak sayısız kez tecrübe etmedik mi? Peki hal bu iken nasıl oluyor da döne döne aynı şeyler başımıza geliyor? Ne oluyor ki aynı yerden tekrar tekrar ısırılıyoruz?
Geçen gün merkez üssü Elazığı’ın Sivrice ilçesi olan depremle yeniden sarsıcı gerçekliğimize çağrıldık. Ölülerimiz, yaralılarımız ve tespit çalışmaları devam etmekte olan büyük çaplı maddi hasarımız var. Devletin yetkili birimleri, sivil toplum örgütlerimiz, vatandaşlarımız yaraları sarmak üzere seferber olmuş durumda. Kritik anda gösterdiğimiz duyarlılık ve dayanışma çok anlamlı ve çok önemli. Ancak kriz öncesi dönemde alınması gereken önleyici tedbirlerin es geçilmesi izaha muhtaç vahim bir gerçek olarak önümüzde duruyor. Toplumun alması gereken tedbirlerden, deprem anında nasıl davranmamız gerektiğinden vs. gibi kamu spotu şeklinde meseleden bahseden ve meseleye bakışı orada tüketen yaklaşımın tehditkar sonuçlarıyla karşı karşıyayız. Toplumu bilinçlendirme çalışmalarına indirgenen mevzunun önemli ve kısmen doğru olduğu açık. Ancak bu önemli ve kısmen doğrunun asıl önemli ve sorumlu yeri gözden kaçırması noktasında uyanık olmamızda varoluşsal gereklilik var.
Slavoj Žižek hırsızlık yaptığından şüphelenilen bir işçi hakkında anlatılan eski bir hikâye nakleder: ‘Her akşam fabrikadan ayrılırken işçinin önünde ittiği el arabası dikkatlice incelenir. Bekçiler hiçbir şey bulamazlar; araba hep boştur. Sonunda mesele anlaşılır: İşçinin çaldığı şey ortadaki el arabalarıdır.’ Durumumuz bekçilerin durumundan da kötü. Bekçilerin ortadaki el arabasını görememesi bir nebze anlaşılabilir. Bekçiler gibi bizler de gözümüzün önünde duran pek çok sorunu göremeyebiliyoruz. Çoğu zaman orta yerde duran sorun yerine başka yerlerde başka şeyler ararken bulabiliyoruz kendimizi. Zira sıkıntılı gördüğümüz ve değişmesi gerektiğini düşündüğümüz sorunlar çoğunlukla dünyamızın şüphe duyulmayan olağan parçası olarak varlar. O kadar olağanlar ki onlardan şüphelenmek, onları sorgulamak ancak istisnai durumlarda mümkün olabiliyor. Oysa biz bekçilerden farklı olarak hayatımızın orta yerinde duran sorunu pekala biliyoruz. Hatta sorunumuzun çözümünü de biliyoruz. Hangi tedbirleri alırsak felaketleri en aza indirgeyebileceğimizi de biliyoruz. Buna rağmen bu bildiğimiz gerçeklerin gereklerini karşılamak yerine başımıza pekçok belalar da açsa, bize çok yüksek maliyetler de çıkarsa alışkanlıklarımızı sürdürmeye devam ediyoruz.
Devam ediyoruz, zira biliyoruz ki gidişatımıza, sıkıntılı gördüğümüz ve değişmesi gerektiğini kabul ettiğimiz gerçekliğimize etki eden sorunlar, devlet yapılanmamızdan devlet-toplum ilişkimize, çevre ile kurduğumuz ilişkiden toplumsal denetim becerimize uzanan çok geniş bir alanda esaslı değişimleri zorunlu kılıyor. Devletin hala temel siyasi nüfuz ve ekonomik rant alanı olarak orta yerde durduğu bir vasatta deprem gibi maliyeti yüksek felaketler yaşasak da müesses nizamı değiştirmek yerine bu yapıda etkin bir pozisyon almayı çok daha önemli görüyoruz. Hal böyle olunca devlete, devletin yapılanmasına ilişkin tarihsel derinliği hayli güçlü ve yerleşik bu sistematik, bizi yaşadıklarından yeterli ders almayan bir hale ve sürekli başına bela açan iş ve işlemlere sürüklemekte çok da zorlanmıyor.
Bu durumun spesifik olarak deprem gibi hadiselerde başımıza geldiğini düşünmeyelim. Ekonomide, hukukta, eğitimde kısacası hayatımızın her alanında benzer bir durumla karşı karşıyayız. Sorun tespit etme ve çözme sistematiğimiz kriz durumuna, krizin patlak verdiği ana odaklanır. Sürece odaklanmayı, sefer üzerine titizlenmeyi beceremez. 17 Ağustos 1999 yılında yaşadığımız büyük felaketin ardından yapısal dönüşümler yapmak, işleyişi bu gerçekliğin gereksinimleri doğrultusunda hal yoluna koymak yerine ‘çok pahalı bir ders aldık, hiçbir şey asla eskisi gibi olmayacak!’ lafları henüz kulaklarımızda yankılanırken canımıza kasteden pratiğe usulca dönmekte hiçbir sıkıntı görmedik. 15 Temmuz 2016 yılında devlete ve millete kasteden hain darbe girişiminin ardından devlet yapılanmamızı, devlet toplum ilişkimizi köklü dönüşümler üzerinden sağlamlaştırmak yerine kriz durumunun gerektirdiği acil tedbirlerde takılı kaldık. Meseleyi hain bir örgüt, paranoyak lideri ve karanlık ilişki ağı üzerinden gizemlileştirerek gerçeklik algımızı bozduk. 2011 yılında ilk kafilesi ülkemize gelen ve bugün en iyimser tahminle dört milyonu bulan (Türkiye nüfusunun %5’idir bu rakam) mültecilere ilişkin çok boyutlu ‘uyum’ politikaları geliştirmek yerine yine gelenlerin acil ihtiyaçları üzerinden sorunu gören bir dile ve eylemliliğe kendimizi hapsettik. Bugün küresel dünyada kendine özgü koşulları ve sebepleri olsa bile modern bir ‘kavimler göçü’ yaşıyoruz ve bu göçün doğrudan ve dolaylı etkisi altında olan Türkiye meseleye ilişkin çok köklü baş etme stratejileri geliştirmek durumunda.
Bunları sorunlarımızı nasıl tespit ettiğimize ve onlarla nasıl başetmeye çalıştığımıza dikkat çekmek için söylüyorum. Sorunların hayli uzun oluşma ve gelişme dönemlerini görmeden, göremeden veya görmezden gelerek sorunun patlak verdiği anda vaveyla koparmak çözüm değil işlevsiz bir savunma mekanizmasıdır. Sarsılan bünyeyi kısa süreli teskin etmek dışında bu vaveyla ne sorunun doğru tespit edildiğine, ne işlerin bundan sonra düzgün yapılacağına ne de bizim eskisinden tamamen farklı olacağımıza, köklü bir değişim geçireceğimize işaret eder. Evet, bu tür istisnai, kritik anlar böyle bir imkânı barındırırlar ancak bürokratik vaziyet ve hayati önemdeki sivil hassasiyet belirli bir yoğunlukta ve olgunlukta değilse canın çıkıp huyun çıkmaması gibi alışkanlıklarımıza devam etmemiz kaçınılmaz oluyor.
Alışkanlıklardan kurtulmak kolay değil elbette. Ancak varlığımıza ve niteliğimize doğrudan etki eden alışkanlıklarımızı hiçbir şey yokmuş gibi devam ettiremeyiz. Görmezden geldiğimiz, yokmuş gibi davrandığımız sorunlarımız bu şekilde çözülmüş olmuyorlar. Er geç önümüze çok daha yüksek bir maliyetle çıkıyorlar. Değişik zamanlarda ve yerlerde bizi uyaran depremin can ve mal kaybıyla Sivrice’de tekrar uyarması gibi. Yakın bir gelecekte başka yerlerde bizi yoklamaya devam edecek olması gibi. Sınırlı bir lokasyonda tuttuğumuz mülteciler meselesinin, sosyal ve siyasal hayatımızın önemli bir sorun başlığı olarak toplumsal hayatımızın kuytularında nasıl dem tuttuğunu bir takım semptomlarıyla kendisini gösteriyor olması gibi. Devlet yapılanmamızın veya devlet toplum ilişkimizin hakeza ne tür maliyetler oluşturacak şekilde bir anaforda seyrettiğini ekonomi, yargı, medya, akademi vs. gibi alanlarda deneyimlediğimiz gibi. Kent mimarisinde, çevrede, imar ve iskan politikalarında, yerel yönetimlerin işleyişinde karşılaştığımız gibi. Tüm bu yaşanmışlıkları önleyici tedbirlere dönüştüremediğimiz lanetli bir döngüye mahkum edilmiş gibiyiz. Sivrice depremi döngüde yol aldığımızı büyük bir bedel karşılığında yeniden teyit etti.
Tekrar edelim: Kriz anında gösterdiğimiz duyarlılıktan ziyade kriz öncesinde alacağımız yapısal tedbirler hayati önemdedir. Yapısal tedbirler veya önleyici tedbirler de deprem anında nasıl davranmamız gerektiği bilgisinden ziyade kentleşme, çevre ve imar politikalarımızın, düzenlemelerimizin ve denetlemelerimizin ülkemizin coğrafya gerçeklerinden ödün vermeyen bir şekilde kararlılıkla hayata geçirilmesidir. Dolayısıyla bütün yolların Roma’ya çıkması gibi bizimde tüm esaslı çözüm arayışlarımızın gelip dayandığı nokta devlet ve devletin yapısal dönüşümü oluyor.