Hafta başında Cumhurbaşkanı Erdoğan, Astana görüşmeleri için beraberindeki bir ekip ile İran’a gitmiş ve bu ziyaret sırasında İran’ın ruhani lideri Hamaney ile de görüşmüştü.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Hamaney ile 45 dakikalık, tercüme ve İran bürokrasisinin genel olarak uzun süren selamlaşma pratiği de düşünüldüğünde, çok kısa süren ziyaretinin hemen akabinde diplomatik nezaketi ihmal ederek Hamaney’in Türkiye’nin Suriye‘ye yapmayı düşündüğü operasyon için “Bölgeye zarar verir” şeklindeki sözleri büyük şaşkınlık uyandırdı.
Türkiye’nin Suriye’de 30 kilometre derinliğinde güvenli bölgeler oluşturarak artık AK Parti’nin seçmen tabanı da dahil hemen her kesimde Suriyeli mültecilere yönelik gittikçe artan hoşnutsuzluğu teskin etmek üzere onları yerleştireceği bir alan kazanmak istediği her platformda dile getiriliyordu.
Ayrıca Türkiye’nin, Suriye’nin kuzeyine hakim Kürt Güçleri PYD/YPG veya Suriye Demokratik Güçleri’ni (SDG) terörist olarak değerlendirip onlara karşı bu operasyonu yapmak niyeti de uzun süredir gündemde tutuluyordu.
Birkaç aydır Suriye’de var olan bütün güçlerin karşı olduğunu bir şekilde belirtmesine rağmen Türkiye, Suriye’ye yönelik bir operasyona hazırlanıyordu.
Yaklaşık beş ay önce Ukrayna’ya savaş açan ve tüm dünyanın ağır ambargosuna maruz kalan Rusya’nın, bu ambargoya katılmayan ve İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya girişi konusunda engel olmaya çalıştığı görüntüsü veren Türkiye’ye bu nedenlerle farklı bir tavır göstereceği beklentisi ile İran’da yapılacak üçlü toplantıda bu operasyon konusunu gündeme getirmek istediği anlaşılıyor.
Hamaney’in, kendisi ile yapılan kısa görüşmenin hemen akabinde yaptığı açıklamasından konunun tekrar açıldığı ve İran’ın net bir şekilde bir kez daha karşı olduğu kesin şekilde anlaşılmış oldu.
Yine Suriye Dış İşleri Bakanı Faysal Mikdad’ın “Suriye topraklarında sözde güvenli bölge oluşturulması bölgedeki güvenlik ve istikrara zarar veriyor” şeklindeki ifadeleri çok talihsiz bir şekilde Türkiye’nin bölgede istikrarsızlığı teşvik eden bir güç olarak görüldüğünü gösteriyor.
Türkiye için bu hatalı öncelikler yerine başka alternatif politika önerileri olduğunu da biliyoruz.
Son dönemde içerde oy desteği gittikçe azalan AK Parti’nin “beka” söylemi ile bu tür maceralara atılmak istediği/zorunda olduğu CHP dahil muhalif pek çok çevre tarafından zaten dile getiriliyordu.
Fakat alternatif politikalar sadece muhalif çevrelerden gelmiyor.
Meclis Başkanı Mustafa Şentop’un danışmanı da olan Nasuhi Güngör, mesela, daha bir ay önce 20 Haziran’da yazdığı Suriye’ye muhtemel operasyonu değerlendirdiği “Nerede Kaybettiysek Orada Ara” başlıklı yazıda “Kürtlerle kader birliği yapmak dışında kalıcı bir çözüm olmadığını” büyük bir açıklık ile bildirmişti.
Gerçekten de bu yazıda çözüm sürecinin “Türkiye’nin ayaklarına vurulan prangayı kıracak ve aynı zamanda sadece topraklarında değil doğal sınırlarında yaşayan Kürtlerle kader birliğinin sağlayacak” şekilde tanımlanması, “Suriye politikasında hatalar yapıldığı” ifadesi iktidar cenahında farklı görüşler var ve onları mı yansıtıyor sorusuna yol açıyor haklı olarak. Daha önemlisi “Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyindeki Kürtlerle kurduğu ilişkilerin çözüm süreciyle eş zamanlı olarak çıkmaza girmesi” ifadesi, “Mesut Barzani ve KDP eliyle Suriye Kürtlerini etkisizleştirme hamlesinin başarısızlığı”nın kabul edilmesi, “zaten askeri ve istihbari anlamda Türkiye’nin yapması gerekenin çok ötesine geçtiğini dost düşman herkes kabul ediyor” şeklindeki tespitler, muhtemel alternatif görüşe karine olabilir.
Yine gerçekçi bir şekilde ABD’nin PYD’yi desteklediği, keza “Rusların bize yakın olduğu apaçık bir palavra” diyerek duruma gerçekçi yaklaşmak gerektiği ifadesi de farklı politikalar için başlangıç noktası oluşturabilir.
Ayrıca yazarın son üçlü zirveyi değerlendirdiği dünkü yazısında, nedendir bilinmez “en zoru bunu yazmak” kaydını düşerek “Türkiye için bu dengeleri alt üst edecek olan hamlenin Suriye Kürtlerinin geleceğinde bizim rolümüz nasıl olabilir sorusu üzerine daha fazla kafa yormak olmalı” ifadesi de alternatif yaklaşım gereğinin sadece muhalifler tarafından değil iktidar destekçileri tarafından da hissedildiğini gösteriyor.
Elbette iktidarın açık şekilde önerdiği ve takipçisi olduğu politikalardan farklı olan bu gerçekçi tespit ve alternatiflerin, Türkiye’nin dış politikasında daha etkin olabilmesi, çok farklı kesimler tarafından önerilen ve desteklenen bu politikaların bireysel bir tahmin/öngörü/isteğin ifadesi olarak değil yapıcı bir diyalog ortamında oluşturulması, geliştirilmesi, tutarlı bir şekilde takip edilmesini gerektiriyor.