Türkiye ve Suriye arasında Rusya’da başlayan üçlü görüşmelerin 12 yıldır devam eden bir krizin yarattığı alışkanlıklar açısından sarsıcı bir etki yapması kaçınılmazdı.
Savaş ve kriz özünde geçici bir durumdur. Yarattığı tahribatlar, yıkımlar bir an önce savaşın bitmesi beklentisi içinde hemen telafi edilecek, açılan yaralar tedavi edilecek diye sabredilir. Ancak savaş hali uzadıkça o tahribatlar hayatın rutin akışı içinde normal hale gelir. En kötüsü de bu olur. Kötülüğün, şiddetin, insan hakkı ihlallerinin sıradanlaşması, kanıksanması, rutinleşmesi. Sıradanlaşan ihlaller kendi içinde çıtayı yükselterek yarışır birbiriyle ama bir süre sonra hiçbirinin insanlık vicdanını uyaracak, uyandıracak bir etkisi kalmaz.
Bütün dünya bu tekrarladıkça ve zamana yayıldıkça kural haline gelmiş istisnalar karşısında bütün insani duyarlılıklarını yitirir. Suriye’de bunlar oluyorsa, dünyada her şey olur artık. İnsanlığı buna karşı koruyacak hiçbir şey de olmaz.
Oysa o acıları yaşayanlar yaşamaya devam ediyor. Yerinden yurdundan edilmiş olanlar, bombalar altında canlarını veya organlarını, değilse yakınlarını veya evlerini kaybedenler hala o acılarla, travmalarıyla yaşamaya devam ediyor. Üstelik her gün bu yaşananlar tekrarlamaya devam ediyor. 12 yıldır Suriye’de devlet ve halk ilişkilerinde değişen hiçbir şey olmadı.
Türkiye ve Suriye arsında başlayan müzakereler, haddinden fazla uzadığı için insanlığın vicdanını karartmış olan bu rutini bozduğu için, şaşırtıyor elbet. Ancak bu şaşkınlık herkeste farklı yankılanıyor. Ne oldu da evvelki gün kardeş, dün boyu katil dediğiniz Esad’la bu yakınlaşma da neyin nesi diye tepki gösterenler oluyor, yaşanan onca şeyi atlayarak. Müthiş bir anlayışsızlık, duyarsızlık, zulme ve insanlık suçlarına yönelik tam bir lakaytlık. Bu vicdan körlerine, sağırlarına gösterilecek, anlatılacak bir şey yok. Burnunun dibinde yaşanmış onca şeyi görmemiş gözlere ne gösterebilir, zulümden ayyuka çıkmış feryatları duymamış kulaklara ne anlatabilirsiniz?
Bu olayları bilfiil yaşamış ve hala bizzat veya yakınları dolayısıyla yaşamaya devam eden Suriyelilerse haklı olarak ciddi bir endişeye kapıldı, travmaları canlandı. Bugün hala rejim sadece basit bir ilişki veya şüphe ile insanları evlerinden alıp sonucu belirsiz bir sona doğru hapishanelere atıyor. Hapishane demek, işkencelerden geçilerek ulaşılan mezar demek. Kimsenin akıbetini bile soramadığı insanlar. Türkiye ve rejimle ulaşılacak herhangi bir mutabakat kendilerini böyle bir insafsızlığa terk eder mi?
Bu yakınlaşma haberleri duyulduğundan beri muhatap olduğum Suriyelilerin bu tür endişelerini dinledim. Ancak yine de büyük çoğunluğunun Türkiye’ye olan güven ifadelerini de. Türkiye’nin iyice uzamış bu krizin bu noktasında yaptığı bu girişimi görüştüğüm Suriyelilerin önemli bir kısmı büyük bir heyecan ve güvenle karşılıyor.
Başkanlığını Prof. Dr. Ahmet Uysal’ın yaptığı Orta Doğu Araştırmaları Merkezi (ORSAM) geçtiğimiz günlerde Suriye muhalefetinden bir grup siyasetçi, gazeteci, sivil toplum temsilcisi ile buluşup etraflıca konuştuğumuz çok verimli bir toplantı düzenledi. Bu yakınlaşmaya ilk anda duyduğu endişelerle tepki gösterenler olsa da, Türkiye’ye ve Erdoğan’a duyulan güven dolayısıyla büyük bir umut yaratmış olduğu izlenimini bile ediniyoruz.
Ancak, sadece 30 km’lik bir bölümün kontrolünün sağlanması belki Türkiye’ye terörle mücadele konusunda bir avantaj sağlasa da bunun istikrar getirmeyeceğinde herkes müttefik. Orada sağlanan sığınma şartları ne kadar iyileştirilse de başka ülkelerdeki sığınmacıların geri dönmesi için yeterince cazip olamıyor, dolayısıyla sürdürülebilir olmaktan uzaktır.
Ancak, Suriyeli kanaat önderleri özellikle Halep’in mutlaka Türkiye garantörlüğünde “özgürleştirilmesi, tarafsızlaştırılması ve güvenli hale getirilmesi” hususunun, istikrar ve barış getirecek tek yol olarak, altını çiziyorlar. Bu onlara göre sadece Türkiye için değil genel olarak Suriye için de daha kalıcı bir çözüme ulaşıncaya kadar en uygun çözümdür.
Halep, kırsalıyla birlikte savaş öncesi itibariyle Suriye nüfusunun yüzde 25’ini barındırıyor. Şu anda Türkiye’de bulunan Suriyelilerin dahi yarısına yakını bu bölgeden. Bunların kendi ülkelerinden, evlerinden, topraklarından zorla tehcir edilmiş olduğunu unutmamak gerekiyor. Bu insanların boşalttığı yerlere rejim, İran desteğiyle maalesef Afganistan, Pakistan ve birçok yerden Şii unsurlar getirilerek ciddi bir etnik temizlik yapılmaya çalışıyor. Türkiye’de yaşayan Suriyeliler kendi yurtlarının bu şekilde işgal edilmesine karşı ayrı bir duyarlılıkları var ve bu onları geri dönmeye daha fazla motive ediyor.
Benim de bir süre önce iki yazıyla dile getirdiğim Halep çözümü karşısında bana da gelen tepkileri Suriyelilere soru olarak yöneltiyorum: Esad’ın buna, yani Haleb’i muhaliflere vermeye neden ve nasıl razı olabileceğini düşünüyorsunuz?
Diyorlar ki, Halep’in kimseye verildiği yok. Uluslararası ilişkiler sahnesinde iyice izole olmuş Esad’ın da bu şekilde devam edecekse öyle veya böyle bir çözüme ihtiyacı var. Bu çözüm Suriye halkının kendi topraklarına geri dönme yolunun açılmasıyla başlar.
Halep Türkiye’ye verilmiyor, Türkiye’nin rolü sadece rejimin ölçüsüz ve keyfi kontrolüne karşı koruma. Türkiye şu ana kadar bu himaye veya garantörlük konusunda Suriye halkının güvenini kazanmış tek ülke, üstelik sürekli olarak Suriye’nin ülke olarak toprak bütünlüğünün altını çiziyor. Yani Esad Halep’i kimseye değil, sadece kendi halkına, yani sahiplerine bırakmış oluyor, Suriye’nin ayrılmaz bir parçası olarak kalacak şekilde.
Bugünkü haliyle ne Suriye Suriyelilerin ne de Halep Haleplilerin. Türkiye ise bu görüşmelerde hem Suriye’nin Suriyelilerin ülkesi olarak hem de Halep’in Haleplilerin şehri olarak kalmasını temin edecek konumda.
Suriye’de kalıcı bir çözüme doğru bir geçiş dönemi için bu çözüm herkese çok makul ve hatta tek yol olarak görünüyor.