Dr. Can Kasapoğlu
19 Aralık 2018´de Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Donald Trump radikal bir adım atarak Suriye´de bulunan iki binin üzerindeki ABD askerinin tamamen çekilmesini emretti. Çekilme kararı muhtemelen Trump yönetiminin bazı üyelerini dahi hazırlıksız yakalamış oldu. Dahası, Trump alışılageldiği gibi Twitter hesabından DEAŞ´ın büyük ölçüde mağlup edildiğini ve böylelikle başta Türkiye olmak üzere, bölgesel müttefiklerin terör örgütünden geriye kalanları ortadan kaldıracağını bildirdi.
Ankara kararı memnuniyetle karşılarken DEAŞ´a karşı mücadele çabalarını artırma konusundaki kararlılığını da vurguladı. Bu arada, Türk Silahlı Kuvvetleri Fırat nehrinin doğusundaki Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekatlarının ardından üçüncü büyük harekât anlamına gelecek bir sınır ötesi operasyonun hazırlıkları içinde. Mevcut kuvvet hazırlama emareleri, operasyonun öncekilerden daha büyük bir ölçekte olacağını gösteriyor. Açıkçası, bu yazının kaleme alındığı an itibariyle, Münbiç´te neler olup bittiğini izlemek oldukça zor.
Çekilme haberi ve Türkiye´nin hazırlıkları, beklendiği üzere, tartışmaları alevlendirdi. Trump´ın kararı genel olarak iki açıdan eleştirildi: Kimileri DEAŞ´la mücadelede zafer ilan edilmesine katılmadıklarını dile getirirken, kimileri de Obama yönetiminden kalan bir miras olarak, PKK terör örgütünün Suriye uzantısı olan PYD/YPG güçleriyle (Suriye Demokratik Güçleri çerçevesinde) işbirliği yapmak yerine Türkiye´nin tercih edilmesine yönelik çekincelerini dile getirdiler.
Gerçekten de DEAŞ´a karşı erken bir zafer ilan etmekten kaçınmak akıllıca olacaktır. Zira terör ağı son derece esnek ve yeniden dönüş için fırsat kolluyor. Üstelik henüz tamamen mağlup edilmiş de değil. Sadece alan kontrolünü kaybetmesine neden olan yenilgiler, örgütün sıklet merkezinde ani bir değişimi beraberinde getirmiş oldu.
Fakat Türkiye´yle daha yakın bir ilişki kurulması konusunda duyulan çekincelere gelecek olursak, bu konuda tartışmayı sürdürenlerin, ayakları yere basan bir ?uyandırma servisine? ihtiyacı var. Avrupa kaynaklı, ciddi bir güvenlik meselesini dahi romantikleştirmeyi başaran çoğu tepkinin gülünç durumlarını bir yana bırakacak olursak hem Türk hem de Amerikan strateji çevrelerinde ortaya konulan argümanlar, reel politikten ve aklı başında bir gerçekçilikten uzak görünüyor. Basitçe söylemek gerekirse, Türkiye bir NATO üyesi olarak, ittifak içindeki en güçlü silahlı kuvvetlerden birine sahip ve Suriye´yle 900 kilometrelik bir sınır paylaşıyor. Türkiye´nin sadece Suriye´nin kuzeyindeki terör tehdidini bastırmak için bölgede konuşlandırabileceği birlikler, birçok ABD müttefikinin silahlı kuvvetlerinin toplamından daha büyük ve muharip tecrübesi daha yüksek bir kuvvet teşkil edecektir. Yani, Türkiye´yi Suriye´nin kuzeyinde ABD´nin sorumluluğu devredebileceği en uygun tercih yapan unsur Trump yönetiminin kararı değil, bizzat jeopolitik şartlardır.
Mevcut durumu kavramak için, konuyu değerlendirmeye somut gerçeklerle devam edelim.
Birincisi, Suriye´de terör tehdidiyle mücadele ederken konvansiyonel kara birlikleri konuşlandırmama (no boots on the ground) gibi bir çekincesi olmayan tek NATO üyesi ülke Türkiye´dir. Nitekim birçok Batılı devlet (tek uçak gemisini, 2015´teki trajik Paris saldırılarından sonra DEAŞ´ı vurmak için gönderen Fransa´yı bir kenara bırakırsak), askeri açıdan çok düşük profilli katkılarda bulundular. Washington´ın müttefikleri genel olarak sınırlı hava gücü kullandı ve gönderdikleri en büyük askeri birlikler, az sayıda özel kuvvetler unsurlarından ibaretti. Ankara ise terör örgütünün Fırat´ın batısındaki ana üssü olan El-Bab´ı vurmak için birden çok tugay ihtiva eden bir harekâtı tercih etti. 2016 yılındaki El-Bab taarruzu, bir NATO ülkesinin büyük, konvansiyonel askeri birliklerinin DEAŞ militanlarıyla doğrudan çarpıştığı yegâne durum olma özelliğini koruyor.
İkincisi, Türkiye Suriye´yle 900 kilometrelik sınırının yanı sıra, transatlantik ittifak içindeki en büyük ikinci kara gücüne de sahip. Son yıllarda bütün komando tugayları, meskûn mahalde harekât ortamı da dâhil olmak üzere, aktif çatışma tecrübesi edindi. Ayrıca, Türk Silahlı Kuvvetleri´nin Suriye sınırında konuşlandırılmış insansız hava araçlarına dayanan üst düzey yetenekleri, modern hava kuvvetleri, harbe hazırlık seviyesi yüksek zırhlı ve mekanize birlikleri var. Sonuç olarak Ankara, zorlu lojistik ihtiyaçları karşılarken büyük ölçekli terörle mücadele ve istikrar harekâtları yürütecek güçte. Diğer hiçbir ABD müttefiki, masaya bu denli büyük bir askeri kuvvet getirmeye muktedir değil.
Üçüncüsü, askeri yetenekler bir tarafa, Türkiye´nin Suriye´nin kuzey bölgelerinde arta kalan DEAŞ varlığının temizlenmesi için öncü sorumluluğu üstlenme konusunda istekli olması çok önemli. ABD´nin diğer hiçbir müttefikinin hükümeti, parlamentosu ve (daha da önemlisi) kamuoyu, iç savaşın tarumar ettiği bir ülkeye konvansiyonel kara birlikleri gönderilmesini büyük ölçüde onaylamayacaktır.
Washington´daki düşünce kuruluşlarının çoğu, Trump´ın kararına itiraz etti. PYD´yi Suriye´deki ana ortak olarak görmeyi sürdüren bazıları, bu gruba bağlı kalınmasını önerdi.
Sorunu farklı bir açıdan tekrar düşünelim: ?PKK, yalnızca Türk hükümetinin gözünde değil, ABD hükümetinin gözünde de bir terör örgütüdür?. Bunlar ABD Savunma Bakanı Ashton Carter´ın Nisan 2016´da Senato´daki oturum sırasında sarf ettiği sözler. Carter bir soru üzerine, PYD/YPG ve PKK arasındaki ?sağlam bağların? varlığını da tasdik etmişti. Bu noktadan sonra, ABD askerleri ile Kore´den Afganistan´a kadar birlikte çalışmış bir NATO müttefiki yerine (PYD/YPG hâkimiyetine rağmen) SDG´ye destek verilmesi istikametindeki herhangi bir siyaset tavsiyesi, Savunma Bakanı Carter´ın YPG ile PKK arasındaki ?sağlam bağları? tasdik ederken dürüst olup olmadığını da izah etmek durumunda kalacaktır.
Washington´daki bazı meslektaşlarımız, yukarıdaki satırların, Türk-Amerikan ikili ilişkilerindeki mevcut sorunları kasten görmezden geldiğini düşünebilirler. Gerçekten de Rusya´dan muhtemel S-400 alımı gibi ciddi ihtilaf alanlarına işaret ederek hemen bazı örnekler de verilebilir (fakat not edelim ki bu satırların yazarı, NATO altyapısıyla uyumlu hava ve füze savunma sistemlerinin, Türkiye´nin askeri modernizasyon öncelikleri açısından en doğru tercih olacağını değerlendiren çeşitli teknik raporlar kaleme almıştır). Kuşkusuz, Ankara´nın transatlantik bağları ve Türk-Amerikan ilişkileri son dönemde sıkıntılı süreçlerden geçti. Aklı başında hiçbir analist bunu inkâr edemez.
Yine de ABD siyaset çevreleri, Trump´ın daha Suriye´den çekilme imasında bulunduğu anda, PYD/YPG´nin Baas rejimi ve Suriye Arap Silahlı Kuvvetleri ile işbirliği tercihlerini zorlamaya başladığı gerçeğini görmeliler. Aslına bakılırsa, PYD/YPG ve Baas rejimi arasında uyumlu bir ittifakın ortaya çıkması konunu uzmanları için sürpriz olmayacaktır. Hatırlanacağı üzere, ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından terör destekçisi bir devlet olarak tanımlanmış olan Hafız Esed rejimi, bölgede bir terör ihracatçısı konumundaydı. Türkiye de Şam´ın mağdurları arasındaydı. Hafız Esed´in kötü şöhretli Muhaberat´ı PKK´ya on yıllarca destek verdi ve terör örgütüne Suriye topraklarında güvenli bir sığınak sağladı. Esed ancak 1990´ların sonlarında, Türkiye´nin caydırıcı bir askeri yığınak yapması ve zorlayıcı bir diplomasi takip etmeye karar vermesiyle geri adım attı. 1998 yılında Hafız Esed rejimi, Türkiye´de teröre verdiği desteği durdurmayı taahhüt eden Adana protokolünü imzaladı. Bu bir taahhüt olmakla birlikte, aynı zamanda resmi düzeyde bir itiraftı. Genel olarak YPG/PKK ile Suriye Baas rejimi ve Muhaberat arasındaki karanlık ilişkiler kolaylıkla yeniden tesis edilebilir. Yani, ABD´deki bazı siyaset çevrelerinin, PYD´nin ne kadar ?doğal? bir müttefik olduğunu yeniden düşünmesinde yarar var.
Öte yandan, Ankara ile ortaklık konusuna şüpheyle yaklaşanlar, Afganistan´daki NATO tecrübesi üzerinden, Türkiye´nin parlak istikrar harekâtlarını ve güvenlik işbirliği performansını tekrar gözden geçirmek isteyebilirler.
SDG saplantısı bir yana, bazı analistler -aslında haklı bir şekilde- Trump´ın geri çekilme kararını eleştirirken, DEAŞ´ın mağlup edilmiş olmadığını ve savaşın bitmediğini savundular. Bu doğru: DEAŞ henüz bitmiş değil. Örgütün hâlâ Irak ve Suriye´de binlerce (ABD Savunma Bakanlığı´nın tahminlerine göre 30 bin civarında) militanı var; ayrıca dünya çapında kendisine biat etmiş çok sayıda terör örgütü bulunuyor. Açık kaynaklı istihbarat verilerinin ortaya koyduğu kadarıyla, terör ağı şimdiye kadar Irak ve Suriye´den 400 milyon dolar kaçırdı [1] ve bu parayı Ortadoğu´da getirisi yüksek ticari faaliyetlerde bulunmak için kullanabilir. Ayrıca DEAŞ binlerce pasaport, seyahat belgesi ve kimlik kartını ele geçirmeyi başardı. Son olarak, Irak´ta bulunup, bazısı M.Ö. 9000´li yıllara uzanan tarihi eserler barındıran 12 bin civarında arkeolojik alan DEAŞ´ın kontrolü altındaki bölgelerde kaldı. Özellikle tarihi eser kaçakçılığı, terörist ağ için önemli bir gelir kaynağı durumunda. Tüm bu faktörler, büyük bir çöküş yerine ağırlık merkezindeki bir değişime işaret ediyor.
Bununla birlikte, DEAŞ´ın yeniden dirilişini kesin olarak önlemek için ilk ve en önemli şart, terörist grubun bölgedeki Sünni Arap nüfusunun kırılganlıklarından yararlanma yeteneğini önlemektir.
PYD/YPG ve Baas rejimi, kontrolleri altında tuttukları bölgelerde demografik denge konusunda saldırgan politikalar izlemekteler. BM Genel Sekreteri´nin Güvenlik Konseyine sunduğu 21 Kasım tarihli rapor, Suriye´nin kuzeydoğusundaki 250´den fazla devlet okulunda Arapça üzerinden eğitimin yasaklandığını ortaya koydu. BM bulgularına göre, Kamışlı´daki kontrol noktalarında çocukları okula taşıyan bazı araçlar da engellendi. Bunlar DEAŞ´ın yeniden dirilişinin durdurulması konusunda olumlu işaretler değil. Sünni Arap nüfusun yabancılaştırılması fena halde geri tepebilir. 2007´de Irak El-Kaide´sinin ve Irak´taki ayaklanmayı provokatif bir şekilde alevlendirmesinin önüne geçilmesinde dönüm noktası teşkil eden stratejinin, ABD siyasi-askeri liderliğinin Sünni Arap aşiretleriyle birlikte (onların aleyhine değil) çalışma gayretleri olduğunu akıldan çıkarmamak lazım.
Sonuçta Suriye açmazı, yüzlerce basit parçadan müteşekkil bir karmaşıklık arz ediyor. Lübnan Hizbullah´ı ve İran Suriye´de kalırsa, İsrail´in milli güvenliği ciddi bir şekilde tehdit altında olacaktır. Rusya ülkeyi yeniden inşa etmek için uluslararası bir mutabakat sağlayabilirse, gerçek bir zafer kazanacaktır. Avrupa bir yeniden yapılanma anlaşmasının parçası olarak Moskova´dan mültecilerin geri dönüşüne dair bir garanti elde edemezse, aşırı sağ hareketler daha büyük bir yükseliş sağlayacaktır. ABD PYD/YPG´yle iç savaş sonrasına dair siyasi tasarım ihtimallerine göz kırpmakta ise, bu durum Türkiye´nin transatlantik bağlarına ve Türk-Amerikan ilişkilerine ciddi zararlar verecektir. Tam bir ?oksimoron? örneği olarak, Suriye´de basit karmaşıklıklar mevcut.
Bununla birlikte, iyimserlik için de gerekçelerimiz yok değil. Çekilme kararı çok tantanalı bir şekilde ilan edildi ve uluslararası toplumu şoke etti. Fakat şu anda önümüzde, Washington ile Ankara arasındaki sıkıntılı ilişkiyi tamir etmek için yeni bir fasıl duruyor. Doğru hamleler yapılırsa Türkiye, Amerikan siyaset çevrelerine, DEAŞ´ın yeniden dirilişine karşı, Suriye´yle sınırı olan bir NATO müttefikiyle hareket etmenin değerini ispat edebilir; buna mukabil olarak ABD de PYD/YPG´yi kilit konumda bir NATO ülkesine asla tercih etmeyeceğini gösterebilir. Gerçekten de karşılıklı güvenin inşası, her iki ülke için de jeopolitik bir zorunluluk olma vasfını sürdürüyor.
[Dr. Can Kasapoğlu İstanbul merkezli bir düşünce kuruluşu olan Ekonomi ve Dış Politikalar Araştırma Merkezi´nde (EDAM) savunma analistidir]