İç politikada ‘Kürt meselesi diye bir şey yoktur’ diye kendimizi tatmin edip rahatlıyoruz. Çünkü sürekli kayyım atamalarını sokakta silahsız-saldırısız protesto edenleri bile hemen içeri alıyoruz, halloluyor.
Dış politikada ise bu işler biraz daha komplike; öyle önden gözaltı ardından tutuklamayla halledilemiyor. Çünkü Dışişleri Bakanı H. Fidan’ın “Suriye’deki olayları dış müdahaleyle açıklamak yanlış” demesinin tersine, Türkiye dahil, doğrudan veya taşeron marifetiyle sahaya silahlı müdahalede bulunan dış güçler sürüsüne bereket.
Öyle ki, biraz da örgüt adı çeşitliliği ve Hürriyet’te Sedat Ergin’in alabildiğine ayrıntısıyla anlattığı konunun acayip karmaşıklığı yüzünden olayın uzmanları bile kimin eli kimin cebinde ayırt etmekte zorlanıyor:
Devlet olarak fiilen (alfabetik sırayla): ABD, İran, İsrail, Rusya, Türkiye.
Devletlerin taşeronu olarak ve/veya kendi ideolojisi icabı (ve/veya diyorum çünkü bunlar birbirleriyle iç içe) silaha başvuran örgütler:
1) Cihatçı örgütler: En başta, El Kaide kökenli HTŞ. Ayrıca, Türkiye’nin himayesinde 2011’de ÖSO (Özgür Suriye Ordusu) adıyla kurulan ve 2017’de yeniden yapılandırılarak SMO (Suriye Milli Ordusu). R. T. Erdoğan’ın “Kuvayı Milliye güçleri gibi sivil bir oluşumdur” diye andığı bu örgüt Suriye’nin kuzeyinde Türkiye’nin önce 2016 Fırat Kalkanı, 2018 Zeytin Dalı ve 2019 Barış Pınarı operasyonlarına katıldı, ABD’nin taşeronu SDG’ye karşı savaştı, General H. Hafter’e karşı Libya’ya da gönderildi
2) Bazı Hristiyanların ve bazı Arap aşiretlerinin de katıldığı, ama ana omurgası PKK uzantısı olan Kürt örgütleri (PYD-YPG). Bunlar “Suriye Demokratik Güçleri” (SDG) adı altında ABD desteği alıyor.
Bütün hepsi, Rusya’nın ve İran etkisindeki Şii milislerin desteklemeye çalıştığı Beşşar Esad yönetimindeki Suriye’ye karşı çarpışıyorlar. Bazen aralarında da çatışıyorlar, o da ayrı.
***
Gazete Pencere’nin her gün yayınladığı Bülent Çelik imzalı siyasi karikatürlerden 3 Aralık tarihli olanına göz atalım, çünkü bütün bu acayip karmaşayı güzel anlatmakta:
Bütün bilmişler ellerinde çubuklarla dizilmişler haritanın önüne; “Hama…Humus! “SDG!, “ÖSO!”, “HTŞ!” diye çığrışmaktalar. Bizim vatandaş da inlemekte: “Açım!”
Meselenin dış politikayı direkt belirleyen ekonomik/iç politika tarafını aşağıda ele almak üzere bu kadarıyla bırakırsak, alabildiğine hassas bir coğrafyada yaşayan Türkiye’nin dış politikasını gözlemlemek daha da anlamlı.
***
Bir zamanlar Esad ailesiyle el ele tatillere çıkmakta olan Başbakan Erdoğan’ın Suriye’yle çatışması 2011’de başladı. 2010’da Arap Baharı Tunus’ta patlak vermişti ve İslam devleti kurmak amacıyla bundan süratle yararlanan Müslüman Kardeşler hareketi Libya ile Mısır’da hükümetleri devirdikten sonra Suriye sınırına dayanmıştı. Zaten Suriye içinde de vardı Müslüman Kardeşler.
İlk defa 1945’den sonra bağımsız devlet olan azgelişmiş Suriye’de Esad tabii ki bir demokrasi kahramanı olmaktan uzaktı ama, Arap Alevisi (Nusayri) olmasının da etkisiyle bu Cihatçı istilaya direndi.
Sonuçta, ileride İslam dünyasının bir tür lideri olmayı uman Erdoğan’ın Esad’la arası fena bozuldu.
%80 Sünni Suriye’yi babası Hafız Esad’ın yerine geçerek ve Sünni burjuvaziyle iyi ilişkiler kurarak yöneten B. Esad, önemli bir bölümünde etnik ve dinsel grupların fiilen özerk yönetim kurduğu ülkesini idare edebilmek için, bu durumdan yararlanarak Lazkiye’de Hmeymim hava, Tartus’ta da deniz üssü kurarak Ortadoğu’ya yerleşen Rusya’nın desteğini almak zorunda kaldı. Ayrıca, İsrail ve ABD’ye karşı olan İran’ın desteğini.
Ama Rusya Ukrayna’da sıkışınca, İran da İsrail/ABD tarafından sıkıştırılıp Suriye’deki destek unsurlarının bir kısmını Lübnan’a yönlendirince, Esad rejimine yeterli desteği veremediler. Ve bildiğimiz gibi Cihatçılar Halep’i ve Tel Rıfat’ı aldılar. Şimdi o noktadayız.
***
Böyle bir ortamdan da önce Türkiye’nin Suriye politikası, Hatay’ın doğusundan itibaren Suriye sınırı boyunca mültecilere ve özellikle de PKK uzantısı YPG/PYD’ye karşı TSK’yla bir “güvenlik şeridi” kurmak biçiminde oluşmuştu. Son aylarda CB Erdoğan yönetimi Esad’la ilişkileri “normalleştirme”ye teşebbüs ettiyse de Esad’ın önkoşul olarak TSK’nın Suriye’den çekilmesini istemesi üzerine olay orada kaldı.
CB Erdoğan yönetimi, Suriye sınırları içinde kurdurduğunu yukarıda söylediğim Özgür Suriye Ordusu ÖSO/SMO taşeronluğu üzerinden Esad’a silahlı müdahaleyi sürdürdü. Bu SMO Türkiye’nin Barış Pınarı ve Zeytin Dalı gibi sınır dışı askerî operasyonlarına katıldı, Halep’e son saldırıda olduğu gibi HTŞ’yle birlikte hareket etti ve bölgedeki Cihatçıları ortadan kaldırmak isteyen ABD’nin taşeronu Suriye Demokratik Güçlerine (SDG) karşı da savaştı.
Şimdi yeni ABD Başkanı Trump’ın askerlerini Suriye’den çekeceği haberleri ortaya çıkınca, CB Erdoğan yönetimi Suriye’de kendisine yarayacak bir boşluk oluştuğunu düşünüyor. Cumhuriyet’ten M. Ali Güller’in isabetle hatırlattığı gibi, 2012’de Başbakan Erdoğan’ın “Şam’da Emevi Camiinde namaz kılacağız” dediği günlerden ders alınmadığı görülüyor.
***
Dahası CB Erdoğan, Suriye’nin bu durumunu, bir miktar risk taşımakla birlikte esas olarak fırsat biçiminde görüyor gibi. Suriye’deki Kürt özerkliğini önlemek için TSK’yı bu her an her şeyin olabileceği Suriye bataklığına iyice daldırabilir.
Çünkü son zamanlarda kamuoyu araştırmalarında zayıflıyor gözüken R. T. Erdoğan, milliyetçileri etrafına daha da güçlü biçimde toplamak isteyebilir.
AKP’nin düşünce kuruluşu SETA 1 Aralık’ta, Suriye’deki çatışmalarla ilgili bir dosya yayımlıyor: “Türkiye için sahadaki yeni gerçeklik üzerinden büyük fırsatlar oluşmuş durumda. Türkiye bu yeni gerçekliğe göre askerî ve siyasi pozisyonunu revize etmeli. Özellikle Tel Rıfat’a yönelik bir harekat başlatılması bölgedeki PKK varlığını elimine edip Türkiye’nin ulusal güvenliğine hizmet edecek”
CB Erdoğan rejiminin başlıca destekçisi D. Bahçeli 3 Aralık Salı grup toplantısında konuşuyor: “Ümit ediyorum ki [Tel Rıfat’tan sonra] sırayı Münbiç almıştır”. Milliyetçi şair Necip Fazıl Kısakürek’ten devam ediyor: “Ey düşmanım, sen benim ifadem ve hızımsın. Gündüz geceye muhtaç, sen bana lazımsın”. Cumhur İttifakının temel iktidar stratejisini dile getirerek tamamlıyor: "Sorunlar bize lazımdır, sorunsuz hayat, solmuş ve sonlanmıştır".
***
Daha hevesli yandaşlar da var. TGRT Haber’de yayınlanan Medya Kritik’te Rejim’in makbul kişilerinden Cem Küçük konuşuyor: “Biz Suriye'nin toprak bütünlüğünden yanayız, Cumhurbaşkanımız ne derse o ama...” diye başlıyor ve devam ediyor: “Mekke Medine bende olsa kötü mü olur? Kudüs bende olsa kötü mü olur?” Ardından, program konuklarından birinin “Musul’la Kerkük’ü de sayanlar vardı. Onu şimdi unuttular” diye hatırlatması üzerine, il numaralarına göre tamamlıyor: “Onu da alalım abi. 89 Kerkük, 100 şey…” .
Bunlar tabii ki, daha 2 Aralık’ta “Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunması en büyük temennimiz” diyen ama böyle bir ortamda “fırsat”ları değerlendirmekten kaçınmak istemeyen CB Erdoğan’a yaranmak için edilmiş sözler. Ortam bunu icap ettirmiş.
Yine de aklı selim sahibi sağcılar yok değil. Bağımsız Türkiye Partisi (BTP) lideri Hüseyin Baş solculardan önce davranıyor: “Dünyada herhangi bir ülkenin herhangi bir vatandaşı bugün çıksa dese ki, ‘Kilis’i alıyoruz.’ Ne düşünürsün? Ayağa kalkarsınız” .
İç politikada ‘Türkiye’de Kürt meselesi yoktur’ sayıklamasının dış politikada bizi ne hallere düşürdüğünü ve de düşürebileceğini göstermesi açısından Suriye belası aslında bir nimet.
***
Bu yazıyı gözden geçiren Mülkiyeli kardeşim Sedat Ergin’e teşekkürler ederim.
Kaynak: Artı Gerçek