Son iki hafta içinde Suriye meselesinde Türkiye’nin yaklaşımını etkileyen dört önemli gelişme oldu.
Birincisi, 16 Eylül’de, Ankara’da, Erdoğan-Putin-Ruhani Suriye için beşinci kez buluştular. 5. Astana toplantısı “Türkiye-Rusya-İran esnek ittifakı”nı güçlendirdi. Suriye’nin geleceği masasında bu ittifakın birlikte hareket edeceği daha da netleşirken, Türkiye, bir taraftan Rusya’ya yakınlığını güçlendirerek devam ettirdi, diğer taraftan da, Amerika-İran geriliminde İran’ın yanında olacağını ortaya koydu.
İkincisi, 25-26 Eylül’de New York’ta BM Genel Kurulu toplantısına katılan Cumhurbaşkanı Erdoğan, toplantı boyunca önemli liderlerle ikili görüşmeler yaparken, Filistin sorunundan Keşmir sorununa ve İslamofobiyle mücadeleye kadar uzanan konuları gündeme getirirken, Suriye ve Fırat’ın doğusu meselelerinde kritik gördüğü Trump ile ikili görüşmesini yapamadan Türkiye’ye döndü.
New York seyahatinin en önemli boyutu oluşturan Trump-Erdoğan ikili görüşmesinin gerçekleşmemesi, Türkiye-Amerika ilişkilerinde yaşanan gerilimin ve güven sorunun devam etmesine yol açtı.
ABD Suriye Özel Temsilcili Jeffrey, New York’ta, BM Genel Kurulundan sonra ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıklamalarına yanıt niteliğinde şu açıklamayı yaptı:
Türklerin endişelerini dinliyoruz… Elimizden geldiğince yanıt vermeye çalışıyoruz; ama Türkiye’ye her düzeyde tek taraflı bir operasyonunun hiç kimsenin güvenliğinde bir iyileşme sağlamayacağını açıkça belirttik.
Ve devam ediyor:
YPG’nin geri çekilmesinin ve ağır silahları çekmesinin sağlanmasına çalışıyoruz ve ABD-Türkiye ortak devriyesinin başarına çalışıyoruz… Hava hareketinin yapılmasının destekliyoruz.
Fakat bu açıklamanın Güvenli Bölge inşası temelinde yaşanan güven sorununu çözmek için yeterli olmadığını biliyoruz. Erdoğan, Güvenli Bölge konusunda tek taraflı hareket etme durumunda Türkiye’ye döndü.
Üçüncüsü, “Suriye Partiler Üstü Amerikan Heyeti” adlı oluşumun Türkiye’ye gelmesi ve yaptığı görüşmeler sonrası yayımladığı raporla bilgilerin çıkması, Türkiye-Amerika ilişkilerindeki gerilimi ve güven sorununu çözmenin aksine derinleşmesine yol açtı.
Raporda, Türkiye’nin Güvenli Bölge inşa etmek adına Suriye’ye, daha somutta Fırat’ın doğusuna yapacağı tek taraflı askeri müdahale eleştirilirken, Türkiye-PKK müzakeresinin başlaması öneriliyordu.
Hem de böyle bir önerinin Türkiye’de sadece hükümet değil, muhalefet tarafından da kabul edilmeyeceği ve Türkiye’yi Rusya ve İran’a yakınlaştıracağı bilinerek.
Dördüncü ve önemli gelişme ise, 28 Eylül’de yapılan CHP’nin düzenlediği “Uluslararası Suriye Konferansı”ydı.
Bu konferans kritik önemde mesajlar verdi:
- Suriye’nin barışıyla Türkiye’nin huzuru ilişkilidir,
- Ankara-Şam birlikte çalışmalıdırlar,
- AK Parti, devlet-devlet ilişkisi yerine mezheplerle ilişki kurarak hata yapmıştır,
- Esad ile görüşülmelidir,
- Türkiye’nin sınır ötesinde de terör ile mücadelesi desteklenmelidir,
- Türkiye, Suriye’nin geleceğine Suriyelilerin karar vermesi ilkesini tanımalı ve bu ülkenin iç işlerine karışmamalıdır,
- Çatışma sonrası dönemde mültecilerin evlerine gönüllü dönmelerine dönük çalışma başlatılmalıdır ve
- Hükümet, Ankara-Şam görüşmeleriyle Cenevre sürecini ilişkili görmelidir, dolayısıyla Astana yerine Cenevre süreci ve uluslararası hukuk tercih edilmelidir.
CHP’nin düzenlediği “Uluslararası Suriye Konferansı”ndan bir kare / Fotoğraf: Independent Türkçe
Bu konferansta açık olarak Esad’lı çözüm ve Ankara-Şam ilişkisinin geliştirilmesi çağrısı yapıldı. Bu çağrı önemli ve oyun değiştirici nitelikteydi; Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu çağrıyı ciddi olarak düşüneceğini söyleyebiliriz.
Tüm bu gelişmelerin sonucunda Erdoğan’ın oyun planını şekillendirecek üç opsiyon ortaya çıkıyor:
Birinci olarak, New York’tan, Trump’la “Fırat’ın doğusu” ve “Güvenli Bölge” meselelerini etraflıca istişare etmeyi planladığı ikili görüşmeyi yapamadan dönen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Astana sürecini ve “Türkiye-Rusya-İran esnek ittifakı”nı güçlendirmeyi tercih edeceğini söyleyebiliriz.
Her ne kadar, Amerika-Türkiye arasında Güvenli Bölge meselesinde belli adımlar atılsa da, ne sürecin hızı ne de iki aktörün birbirlerine güven duyma derecesi noktasında bir anlaşma olduğunu söyleyemeyiz.
Amerika Türkiye’yi oyalıyor; Türkiye’nin Fırat’ın doğusuna yapacağı tek taraflı bir askeri harekata karşı çıkıyor; aynı zamanda da, PYD/YPG ile ittifakını devam ettirmek istiyor.
Bu durumu Türkiye kabul etmeyince, Astana sürecinin güçlendirilmesi Erdoğan’ın birincil tercihi oluyor.
Bu noktada da, Erdoğan’ın çözmek zorunda olduğu ikilem iki boyutlu:
Birincisi, hem Rusya’nın hem İran’ın Suriye’de çatışma sonrası dönemi Esad yönetiminde görmek istemeleri - ki bu Esad ile görüşmek ve onun yönetimini kabul etmek anlamına geliyor;
İkincisi, Rusya’nın da, Amerika gibi, Kürtleri sadece etnik değil, DEAŞ’a karşı mücadelede ittifak içinde oldukları “seküler bir aktör” olarak görmesi ve bu aktörle ilişkilerini iyi tutmak istemesi.
Erdoğan’ın karşılaştığı iki boyutlu ikileminin çözümü, ilk başta, “Esad’lı geçiş hükümeti formülü”nün kabul edilesini gerekli kılıyor.
Bu da bize, Erdoğan’ın hamlesinin, Astana sürecini güçlendirirken Esad’la görüşme durumuna da hazırlanmanın beraber götürülmesi olduğunu gösteriyor.
İkinci olarak, CHP’nin düzenlediği “Uluslararası Suriye Konferansı”nda, Suriye’de barışa açılacak kapının başarılı olmasının ilk şartı olarak “Ankara-Şam görüşmesi”, yani “Esad’lı çözüm”ün görüldüğü ortaya çıktı.
CHP, Ankara-Şam ilişkisinin uluslararası hukuk ve Cenevre süreci temelinde gelişmesini istiyor. Bu, Esad’lı çözümle, Astana değil fakat “Cenevre süreci”ni ilişkilendirmek anlamına geliyor.
Dahası, Suriye’nin geleceğinin şekillendirilmesinde çok önemli olacak “Yeni Anayasa” ve bu anayasayı hazırlayacak 150 kişilik “Anayasa Komitesi”nin başarılı olmasının ana ekseni olarak, Ankara-Şam-Cenevre ekseni görülüyor.
Bu opsiyon içinde de, Esad ile görüşme önerisinin ön plana çıktığını görüyoruz.
CHP’nin, İYİ Parti, Saadet Partisi ve de HDP ile bu konuyu görüştüğünü biliyoruz, bu da bize, muhalefetin bir bütün olarak Esad’lı çözümü güçlü bir şekilde önerdiğini gösteriyor. Erdoğan, muhalefetin bu önerisini artık hesaba katma durumundadır.
Üçüncü olarak, Amerika’nın Türkiye ile beraber hareket etme planı var. Ve bu plan, Suriye’nin geleceğinde Esad’ın olmaması gerektiğini öneriyor. Bu, Erdoğan’ın hoşuna gidebilir. Ama bu plan, hem Amerika-YPG ilişkilerinin devamını, hem de Ankara-PKK ile görüşmelerin Suriye odağında başlamasını öneriyor.
Bunu Erdoğan’ın, hatta muhalefetin kabul etmesi mümkün gözükmüyor. Türkiye-Amerika ilişkilerinde güven sorunun devam edeceğini; Türkiye’nin hareket alanını Astana ile genişletmek isteyeceğini ve Türkiye’nin Rusya’ya daha da yaklaşacağını söyleyebiliriz.
Bu üç opsiyon içinde, birinci ve ikincinin ortak paydası, Ankara-Şam hattının açılması ve Esad’lı çözümün ve geçiş hükümetinin kabulü.
Türkiye’nin Suriye meselesine yaklaşımında “Esad’sız çözüm” olasılığı geçerliliğini yitiriyor.
Amerika ve Rusya arasında kalan Türkiye “denge politikası” izleyemiyor.
Türkiye, Irak Kürtleriyle iyi ilişkide olmasına rağmen, gerek ülkemizde gerekse de Suriye’de Kürt meselesini çözme noktasında başarılı değil. Sadece güvenlik merkezli yaklaşımın sorun çözümünde ve Türkiye’nin Suriye masasında elini güçlendirmekte yeterli olmadığı belirginleşiyor.
Ve Esad, giderek çatışma sonrası Suriye’nin önemli “yönetim aktörü” konumuna geliyor. Suriye’de geçiş hükümetinin Esad’lı olması olasılığı da giderek artıyor.
Tüm bu gelişmeler nedeniyle, Ankara-Şam hattında gelişmelerin giderek artacağına şahit olacağız diye düşünüyorum.
Erdoğan bu gelişmeyi Astana sürecinin güçlenmesiyle birleştirmek isteyecektir.
Muhalefetse, Esad’la görüşmenin uluslararası hukuk ve Cenevre süreci ile birleştirilmesi üzerindeki ısrarını sürdürecektir ki bu ısrar haklı bir ısrardır.
Suriye meselesinde ve bu meselenin tartışılmasında önemli bir döneme giriyoruz.
CHP’nin Uluslararası Suriye Konferansı bu bağlamda Türkiye’nin Suriye oyun planını değiştirici nitelikte olabilir.
Göreceğiz…