Suriye: Devrim mi? Dizayn mı?

Kamil Ergenç Yazdı:;

Suriye: Devrim mi? Dizayn mı?

Anglo-sakson kıta Avrupa’sının oryantalistleri tarafından Ortadoğu olarak adlandırılan coğrafyayı, yaklaşık bir asır kadar önce, etnik-mezhebi fay hatları ekseninde şekillendiren Sykes-Picot sömürge düzeni yeni güncellemelerle tekrar ediyor. Kozmopolit imparatorluklar çağını kapatan birinci cihan harbinin akabinde ulus-devlet paradigmasına uygun olarak çizilen sınırlar, şimdilerde yeniden (ama bu sefer) Sykes-Picot sömürge düzeninin ulusal statüden mahrum ettiği kimlikleri öne çıkararak, çiziliyor. 1980-2000 arasında kanlı iç savaşlar sonucunda paramparça edilen Yugoslavya örneğinde olduğu gibi “balkanlaştırma projesi” hız kesmeden devam ediyor. Şimdilerde bu parçalardan birinde Bektaşi devleti kurma hazırlıkları yapılıyor.Yugoslavya’da uygulanan projenin bir ayağı 1974-1989 arası Lübnan’daydı…”Toprak bütünlüğü” korundu Lübnan’ın lakin etnik-mezhebi gettolara razı olması koşuluyla… Ortadoğu’dan sonra sıranın Avrasya’ya geleceğini söylemek herhalde kehanet olmaz. Burjuva protestan kültür kodlarının renk verdiği bilgi, gittiği her yere ırkçı- sömürgeci-seküler- pozitivist-atomist karakterini de götürüyor.

İslam dünyası toplumları geçtiğimiz yüzyılı;

  1. a) Bilgiye ilgisizlik
  2. b) Düzenli-tertipli-sistematik-uzun erimli çalışma kabiliyetinden yoksunluk
  3. c) Fizikten (maddi gerçeklikten) soyutlanmış metafizik ve/veya metafiziği olmayan fizik anlayışı
  4. d) Eleştirel dikkat ve deruni farkındalık yoksu(l/n)luğu
  5. e) Etnik-mezhebi aşırılıklar ve bencillikler

nedeniyle kaybetti. Öyle görünüyor ki bu yüzyılı da aynı hastalıklar nedeniyle kaybedecek. Sömürülmeye elverişli kültür/ler onurlu-haysiyetli bir yarına uyanamazlar.

Mekke-Medine-Kudüs gibi aziz beldelere ev sahipliği yapması, İslam-Hıristiyanlık-Musevilik gibi farklı inanç gruplarının bir arada yaşamasını mümkün kılan çok kültürlü-kozmopolit sosyal gerçekliği ve tarih boyunca bütün büyük güçlerin dikkatini çeken istisnai jeo-politik/ jeo-stratejik konumuyla Ortadoğu, üçüncü dünya harbinin butik uygulamalarına tanık olduğumuz bir tarih-zaman kesitinde, merkezi vasfını muhafaza etmeye devam ediyor. Bu vasıf büyük umutlara olduğu kadar büyük trajedilere de gebe… Binaenaleyh bu coğrafyayı dünyanın kalbi olarak nitelemek abartı olmasa gerek… 

I.Cihan harbi devam ederken yürürlüğe koyulan Sykes-Picot bir toplum mühendisliği çalışmasıydı hiç şüphesiz. Fay hatları iyi düşünülmüştü ve ileride kolay manipüle edilecek bir kaygan zemin inşasına dayanıyordu. II. Dünya savaşı nihayete erdiğinde bu kaygan zeminin bağımsızlığı kabul edilmiş gibi görünse de, esasında, post-kolonyal dönemin kapısı aralanmıştı. Savaşın lortları (Churchill, Roosevelt, Stalin) Karadeniz kıyısındaki küçük tatil beldesi Yalta’da dünyayı parselleyerek bir tür kadastro faaliyeti icra ettiler… Irak-Suriye-Libya-Cezayir-Mısır Sovyetlerin payına düştü… Buralarda doğal olarak(!) Bolşevik ihtilali esinli seküler-milliyetçi- sosyalist Baas ideolojisi gelişti. Gerçi Baas’ın ana yurdu Suriye’ydi ve daha eskiydi. Lakin Sovyet nüfuzu bu ideolojinin inkişafına ciddi katkı sundu. Türkiye ve İran bu parselleme faaliyetinde ABD‘nin payına düştü. Buralarda da milliyetçi akımlar vardı elbette. Kemalizm ve Pehlevilik (Fars/Pers milliyetçiliği) gibi… Ancak bu milliyetçiliklerin sosyalist bir muhteva ile iç içe geçip Sovyet etkisine açık hale gelmesine fırsat vermedi “beyaz adam”. İngiliz tarzı muhafazakar/ sağ kalmasına özen gösterdi. Bunun için de din’den yardım aldı… Esasında Baas ideolojisi Kemalizmin Arap beldelerindeki izdüşümüydü bir bakıma… Pekiyi Kemalizmin bünyesindeki sosyalist damara ne oldu? El cevap: İsmet İnönü’nün riyasetinde buharlaştırıldı. Mustafa Kemal her ne kadar Bolşevik devrimini selamlayıp Lenin’le yakınlaşsa da (hatta İstiklal Harbi için Sovyetlerden silah ve para temin edecek kadar ilişkileri ilerletse de) son tahlilde onun tercihi Batı (hassaten İngiltere) olacaktır. Boksta kuraldır. Dayak yiyorsan nakavt olmamak için rakibe sarılırsın. 19.yüzyıl boyunca Osmanlı sultanını/halifesini parmağında oynatan İngiltere yeni Cumhuriyetin de sığınağı oldu. Muhafazakar modernleşmenin ana üssü olması bakımından Osmanlı/Türkiye dindarlarının gıpta ettiği İngiltere, halihazırda beyaz adamın kurmay aklı olarak etkisini sürdürüyor.

İran, 1979 inkılabıyla ABD yörüngesinden çıkınca beyaz adam panikledi. Çünkü devrim, modern tarih boyunca ilkel/arkaik/primitif olarak nitelenen “din”in tarihe dönüş iradesini temsil ediyordu ve bu iradenin İslam dünyası toplumlarını etkilemesi emperyalist-sömürgeci ittifakın asla arzu etmeyeceği bir şeydi. Hemen “acil durum“ ilan edildi ve Irak kışkırtılarak devrim beşikteyken boğulmak istendi. Sekiz yıl sürdü İran-Irak savaşı… Kissinger kendisine sorulan kimin kazanmasını arzuluyorsunuz sorusuna “ikisinin de kaybetmesini” cevabını verdi. Suriye hariç Arap beldelerin tamamı Saddam’ın yanında durdu. Kadim Şam-Bağdat/ Emevi-Abbasi gerilimi burada da kendini göstermişti. Bu savaş, devrimi Şiilik bağlamına hapsederek anti-sömürgeci/anti-emperyalist muhtevasının fark edilmesini zorlaştırdı. Beyaz adam (zımnen) şöyle diyordu adeta: “bu devrim Şiiliğin teo-politik kodlarına mahsustur. Sünniliği ilgilendirmez.” Dediği gibi de oldu. Sünnilik devrime mesafeli davranmayı seçti(!)

1945’te başlayıp Sovyetlerin çöküşüne kadar devam eden Soğuk Savaş iki büyük blok arasında birbirinin nüfuz alanlarını etkileme stratejisi çerçevesinde yürü/tül/dü. Varşova Paktı-NATO geriliminin Ortadoğu ayağı, “beyaz adam”ın temsilcisi İsrail tarafından koordine edildi. Zaman zaman Türkiye de sürece dahil oldu. Baas rejimlerinin tamamı otoriter-totaliter özellikleriyle öne çıktı. Mısır’da Nasır öncülüğünde gerçekleşen Hür Subaylar darbesi İngiliz sömürgeciliğine son verecekti… Baas’ın en görkemli zaferiydi bu. Müslüman Kardeşler Nasır’ın yanında durdu bu süreçte… İslamcı ideolojinin etkili isimlerinden Seyyit Kutup yeni düzenin inşasında Nasır’a adeta danışmanlık yaptı. Lakin çok geçmeden Baas’ın Sosyalist damarı kabaracak ve İhvan Hareketi desteğini çekecektir. Dahası Kutub’un da aralarında olduğu binlerce İhvan mensubu ağır işkencelerden geçirilecek ve/veya idam edilecektir. Buna rağmen Mısır ihvanı ana omurgası itibariyle militarize olmamaya (askerileşmemeye) özen gösterecektir.  Hareketin mürşitlerinden Hasan El Hudeybi “Davetçiyiz Yargılayıcı Değil” kitabıyla (ki bu kitap bu başlıkla Türkçeye de çevrilmiştir) İhvan içerisinden çıkan tekfirci çizgiden beri olduklarını beyan edecektir.

İhvan’ın Suriye kolunu Mustafa Sıbai kurdu. Bir çok eseri dilimize tercüme edildiği için Türkiye İslamcıları yakından tanır Sıbai’yi. Ancak onu farklı kılan şey ilmi-entelektüel yetkinliğinin yanında Suriye’de tüm kesimleri kucaklamayı amaçlayan kuşatıcı kişiliğidir. Militarize olmaya mesafelidir. Muhtemelen Seyyid Kutup’tan etkilenerek “İslam Sosyalizmi” ni yazacaktır. (Bu kitap ta dilimize tercüme edilmiştir. ) Bu eseri kaleme almasında Suriye’de (daha genelde ise Ortadoğu’da) taşralı-yoksul halk kitlelerinin Baas’a olan ilgisini sınırlandırmak ve şayet Arap sosyalizmi olacaksa bile bunun da İslam’a bağlı kalmasını sağlamak düşüncesi etkili olmuş olabilir. (Bu düşüncenin zaafları ayrı bir tartışmanın konusudur.)

Sıbai, sosyalizmi sosyal güvenlik ve adaleti vurgulayan bir görüş olarak sunacak, insanî bir duygunun ürünü olduğunu ve bütün resullerin tebliğinde yeri bulunduğunu iddia edecektir. Ona göre sosyalizmin amacı sermayenin toplum aleyhine biriktirilmesini önlemek, devlet eliyle fertlerin iktisadî faaliyetlerini denetlemek, vatandaşlar arasında sosyal dayanışmayı tesis etmektir. (Ayrıntılı bilgi için bkz. TDV İslam Ansiklopedisi/Mustafa Sıbai maddesi) Sıbai, Suriye’de 1949’da üst üste gerçekleştirilen askerî darbeler neticesinde İhvân-ı Müslimîn üzerindeki baskılar artınca “Ortak İslami Cepheyi” kuracak ve başkanlığa getirilecektir. Aynı yıl bir anayasa hazırlanması için oluşturulacak kurucular meclisi seçimlerine katılarak “devlet başkanının dininin İslâm olması ve İslâm fıkhının yasamanın ana kaynağı olduğunun belirtilmesi” maddesinin anayasada yer almasını sağlayacaktır. Bu madde baba ve oğul Esad dönemlerinde de yürürlükte kalacaktır.  

Sıbai’nin 1959’da Şam’da yayımlanan İslam Sosyalizmi kitabını Türkiye’de Nurettin Topçu çizgisini temsil eden Dergah Yayınları 1974’te basacaktır. Eserin tercümesini Yaşar Nuri Öztürk  (Abdurrahman Niyazoğlu müstearıyla) yapacaktır. Topçu çizgisinin bir başka yayınevi Hareket Yayınları da 1972’de Seyyit Kutub’un  “İslam Kapitalizm Uyuşmazlığı” kitabını basacaktır. Mütercim yine Niyazoğlu ’dur… Topçu’ nun Anadolu Sosyalizmi mefkuresinde İslam’ın sosyal adaletçi yanına yapılan vurgu, Sıbai’ye gösterilen ilginin sebebi olabilir. Sıbai-Topçu arasında bir irtibat var mıydı bilmiyorum. İslam Sosyalizmi kitabı 2010 senesinde Yeni Boyut yayınları tarafından bir kez daha basılacak ve tercümeyi yine Yaşar Nuri Öztürk (bu sefer müstear kullanmadan) yapacaktır. Mustafa Sıbai İslam Sosyalizmi’ni yazdıktan kısa bir süre sonra (1967’de) merhum Sezai Karakoç’un “İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü” adlı risalesi yayımlanacaktır. Irak ulemasından Muhammet Bakır Es-Sadr’ın geniş hacimli “İslam Ekonomi Doktrini” eseri de hemen hemen aynı döneme denk düşmektedir. Farklı beldelerdeki Müslüman mütefekkirlerin anti-kapitalist duyarlılığı dikkat çekicidir. Kapitalist dünyaya intibak arzusuyla yanıp tutuşan Türkiye’de Topçu’ nun fikriyatının neden gereken ilgiyi görmediğini anlamak için bu süreci iyi analiz etmek gerek… Tabi bu da başka bir çalışmanın konusu… 

Sıbai’den sonra Suriye İhvanı (özellikle Mervan Hadid-Said Havva döneminde)  askerileşecektir. Hama isyanı bu perspektifin sonucudur. Saddam’ın lojistik desteği isyanda çok önemli rol oynayacaktır. Said Havva’nın Suud-Irak arasında mekik dokuyan hareketli yaşamının İhvan’ın militarize olmasında rol oynama ihtimali yüksektir. Hama isyanı büyük bir katliamla bastırılacak, Said Havva tüm görevlerinden el çek/tiril/ecek, İhvan’ın Suriye damarı kesilecektir. 2011’de başlayıp bugünlere gelen isyan dalgasını iyi anlayabilmek için bu askerileşme sürecine odaklanmak gerek. Bununla birlikte üzerinde durulması gereken bir başka husus ta Mısır ihvanının neden askerileşmediğidir? Ki Mısır’ın ihvana yönelik tutumu Suriye’den farksız, hatta daha şedittir. Buna rağmen orada (Suriye’deki gibi) bir iç savaş yaşanmamıştır.

Türkiye İslamcılarının yakından tanıdığı bir başka Suriyeli mütefekkir Cevdet Said muhalif hareketlerin (bu arada İhvan’ın) askerileşmesine karşıydı. Gösterilerin barışçıl devam etmesini, Müslümanların ilme-akla hak ettiği değeri vererek yol alması gerektiğini sıklıkla vurgulardı. İç savaş sırasında Türkiye’ye geldi Cevdet Said ve ölünceye kadar burada kaldı. 2017’den itibaren Diriliş Postası’nda yazdığı yazılar 2019’da “Şiddet Erdemi Öldürür” başlığıyla Pınar Yayınları tarafından kitaplaştırıldı. Neredeyse bütün eserlerinde Habilce bir tutumu savundu. Ki kitaplarından birinin adı “Ademin Oğlu Habil Gibi Ol” dur. Lakin ne iktidar sahiplerine ne de dindarlara sesini duyurabildi. Neo-Osmanlıcı/ fütühatçı hamasetin büyüsüne kapılan dindar/muhafazakar kesimler Suriye şehirlerine plaka tahsis etmekle meşguldü o sıralarda…

Benzer uyarıyı merhum Sezai Karakoç ta yapacaktı. Olaylar henüz daha çığırından çıkmamışken yetkilileri ikaz etti. Şöyle diyordu (mealen):” Batı sizi Suriye’de tuzağa çekiyor. Alet olmayın. Değişim silahla değil kalemle/fikirle olur…”  O vakitler vatan gazetesinde Ruşen Çakır “İyi ki Sezai Karakoç Var” başlıklı bir yazı yazdı.  Ancak Karakoç’un çığlığı boşlukta yankılandı. 2013’te “üçüncü yol mümkün” başlığıyla otuz üç yazar-aydın Suriye’de iç savaşın palazlandırılmaması ile ilgili bir bildiri yayınladı … Aralarında Ümit Aktaş’ tan Mehmet Bekaroğlu’na, Ali Bulaç’tan Ömer Laçiner’e farklı kesimlerden insanlar vardı. Onları da kimse duymadı… Türkiye, komşusundaki yangını (henüz her tarafı sarmamışken) söndürmek yerine ateşe benzin dökmeyi tercih etmişti.

Ortadoğu’da Sovyet nüfuzunun azaltılması amaçlı adımların ilk başarısı hiç kuşkusuz Camp David anlaşmasıdır. Bu anlaşmayla Mısır hem İsrail’i tanıdı hem de Sovyet sivil ve askeri danışmanlarını ülkeden kovarak ABD paktına iltica etti. Karşılığında, İsrail’den sonra ABD’den en fazla para yardımı alan ülke unvanını kaptı. Sovyetler bir daha da Mısır’a dönemedi. İkinci darbe Irak’ta geldi. II. Körfez savaşıyla Saddam, bir zamanlar kendisine iltifat edenler tarafından bertaraf edildi. Irak, çağdaş haramiler tarafından yağmalandı ve oldukça kırılgan bir federatif bünye inşa edildi. I.Körfez savaşının arifesinde dönemin cumhurbaşkanı Özal, Saddam’ın devrilmesi için Bush’a telkinlerde bulunuyor, bazı hayati bilgileri onunla paylaşıyordu. (Not: Ayrıntılı bilgi için Birinci Körfez savaşının başlamasına bir-iki ay kala Özal-George Bush arasındaki yoğun telefon görüşmelerinin Murat Yetkin tarafından kitaplaştırıldığı “İyi Günler Bay Başkan” adlı esere bakılabilir. Bu kitap, görüşmeler üzerindeki gizlilik kaydı kaldırıldıktan sonra 2022’de basıldı.)

Özal’la aynı siyasal geleneği paylaşan bugünkü muktedirlerin Suriye’nin emperyalist çıkarlar doğrultusunda tarumar edilmesine verdikleri desteği görünce “tarih tekerrürden ibaretmiş” sözünü hatırlıyor insan.

Üçüncü darbe Libya’da oldu. Beyaz adamın dayattığı enerji işbirliği anlaşmalarını kabul etmediği için Kaddafi kendi halkına linç ettirildi. Libya yeniden kolonize edilerek küresel konsorsiyumun şefkatli(!) ellerine bırakıldı. Suriye’de ise on üç yıllık iç savaşın ardından yeni bir statüko inşa edildi/ediliyor. Bu yeni statükonun iki ayağı var: Birincisi İsrail’in mutlak güvenliği ve refahı, ikincisi ise baas rejiminden kurtarılan yerlerin kapitalist-şirketokrasi kültürüne tam entegrasyonu… Bu doğrultuda İsrail, Suriye topraklarını işgal etti, askeri alt yapısını yok etti, kritik önemdeki su kaynaklarını ele geçirdi, kırk yıllık düşmanı Hizbullah’a giden lojistik hattı imha etti ve Hamas’ı yalnızlaştırdı. Şimdi sıra Yemen ve İran’da… Ortadoğu’yu İsrail için dikensiz bir gül bahçesine dönüştürme eylemleri aralıksız sürüyor. Suriye’nin yeni patronları da emperyalist-siyonist ittifakla barışık yaşayacaklarını beyan ederek safını belli etti. Bir tek anti-emperyalist/anti-siyonist cümle sadır olmadı kendilerinden. Hatta yeni yönetimin dışişleri bakanı, Davos’ta, İngiltere’nin eski başkanlarından Tony Blair’le yaptığı röportajda (mealen) “açık pazar” olmak istediklerini (yani kapitalizme biat ettiklerini) beyan etti. Kaldı ki yeni yönetimin Suud-Katar gibi “beyaz adam”ın memurlarına yak/ın/laşması bundan sonrası hakkında yeterince fikir veriyor.  

 

Kaynak: Farklı Bakış