Sait Alioğlu yazdı;
Osmanlı devletinin yıkılmasının akabinde, İslam dünyası, neredeyse ülke ülke Batılı sömürgecilerin işgaline uğradı. Bunu, aynı zamanda Sovyetlerin Orta Asya’da bulunan Tacikistan ve Türk ülkelerinin işgali izledi. Bu durum aynı zamanda, öteden beri İslam ile bir bağ kurmuş bulunan halkların İslam’la var olan ilişkilerinin kopması, koparılması anlamına geliyordu.
Sömürgecilik, salt ekonomik anlamda kendini gösterirken, bir yandan da onların, kendi kültürlerini ve “eğer mümkün ise” kendi inançlarının da, sömürge edilen halkların kabul etmesini sağlamaktı.
Bu konuda, İran’da, İngilizlerin marifetiyle oluşan Bahailiği ve aynı zamanda Pakistan’da aynı İngiliz oyunu ile vücut bulan Ahmediliği (Kadiyanilik)örnek verebiliriz; bizde de, “Okyanus ötesi” bir anlamı bulunan FETÖ’yü…
Kendi döneminin yenidünya düzenini ortaya koyduğu bilinen Dünyayı 1. Paylaşım Savaşı sonrasında sömürge edilen İslam ülkelerinin, yine Dünyayı 2. Paylaşım Savaşı döneminde, bu kez bu topraklarda, İslam’ın var olan gücünün “maddi ve zihinsel planda” zayıflatılmasına koşut olarak, o halkların din ile bağlarının kopması ve giderek azaltılması anlamına gelecek olan milliyetçilik (ulusalcılık) saikiyle adına “ulusal kurtuluş savaşları” denen olgu söz konusu olmuştu.
Tamam, ülkeler kendi sömürgecilerinden kurtulmasına kurtulacaklardı, ama bu kez de, yine o sömürgeci Batı’nın, insanlık âlemine ve Müslümanlara salık vermiş olduğu; içeriden başlayan bir bölünmeyi ve ayrışmayı gerektiren sakil bir anlayış zihinlerde ve maddi düzlemde kendine uygun bir zemin bulacak ve giderek kalıcılaşacaktı.
Dünyayı 2. Paylaşım Savaşı sonrasında, emperyalist güçlerin fiilen askeri anlamda savaşmalarının yerine, tabiri caizse, “insanı ifrit edecek oranda” içeriği sinsiliğe dayanan bir hava/durum oluşmuştu.
Bu durumun adı soğuk savaş, dönemin bilinen adı da “soğuk savaş dönemi” idi.
Bu dönemde, Batılı saiklerle oluşturulan milliyetçilikler sonucunda –çoğu kez de ABD ve Sovyetlerin birbirleriyle anlaşmaları sonucu, hem bir yandan ulusal bazda “kurtuluş savaşları” verilmiş ve hem de her iki bloğun –hem de- birbirlerin burnu dibinde “düşman ülkeler/devletler” oluşturulmuştu.
O dönemde, başlı başına iki ana blok oluşmuştu; a)Batı(NATO) Bloğu, b)Sovyet bloğu(Varşova Paktı) bir de Çin vs.
Bunun yanında, büyük çoğunluğu İslam dünyasında, Afrika’da bulunan ve bir şekilde, başında bulunan kadronun var olan ideolojik yönlendirmesi ile İslam’la var olan bağların koparılmaya çalışıldığı ülkeler. Ör. Kuzey Afrika ülkeleri.
Diğer yandan ise nüfusunun kahir ekseriyetinin Sünni Müslüman olduğu Suriye’de, sözde “Batı karşıtı –direniş cephesi denen bloğun- İslam harici bir mezhep adına oluşturulup iktidara getirilen Esed cuntasının altmış küsur yıl, halkını diktatörlükle; kanla, gözyaşı ve bunların hülasası olan zulümle yönetilen Suriye örnek verilebilir.
“Verilebilir” zira en belirgin örnek, hemen herkesin malumudur ki, Suriye’de altmış bir yıl önce başlayan, Arap baharı döneminde kendi özgürlüğüne kavuşmak istediği için, hem Esed cuntası ve hem de ona koşulsuz ve dini/mezhebi/ideolojik/salt maddi çıkar adına sözde “direniş cephesinin” ve onlara kendi emperyalist çıkarı adına destek sağlayan Rusya’nın yapıp ettikleri bilinmektedir.
Koca insanlık tarihinde olduğu üzere, içerisinde bulunduğumuz modern/post modern dönem(ler)de gerek “kendi ayakları üzerinde durma ve özgür olma, o minval üzere kalma” durumuna ve gerekse de, herhangi bir gücün, yine toplumları var olan zaaflarının kullanılması yönünden toplumsal alt, üst oluşlar ve hercümerc durumları yaşanır, yaşanmaktadır. Bunun birçok örneği hemen herkesin malumudur.
İster, halkın kendi isteği üzere olsun, isterse “kendi meramını kısık bir sesle terennüm ederek olsun” kendi diktatörlerinin zulmü altında yaşayan halklar adına birileri çoğu kez “olumlu” havalar üretir, durur.
Burada, eğer bir suç varsa, o suç asla, halkların olmayıp onları yöneten dikta rejimlerinindir.
Bu minvalde işe bakarsak, Arap baharı, bu dikta rejimlerinin, onlarca yıl boyunca kendi halklarına reva gördükleri zulmün “artık bir son bulması, son ermesi adına” olacak şekilde meydana gelmişti.
Hani derler ya “kimse kızmasın” evet, o diktatörlere yakın duran zevat kızmasın, o bahar havası fikri Batılı güçlerin kafasından çıkmış ve sadır olmuşsa da, “buna kim çanak tuttu” denildiğinde, sorulan sorunun cevabı çok basit; o da, sözde Batı karşıtı Rusya, İran ve ona bağlı bölgesel güçler ile bizim içimizde bulunan ve esas diktayı, diktatörü ve diktatörlüğü görmeyip başkalarını diktatör olarak görme körlüğüne sahip malum birçok seküler çevre vb.
Arap baharına bağlı olarak direniş ilk Tunus’ta başladı. Muhammed Buazizi, Zeynelabidin b. Ali diktatörlüğüne karşı, ona isyan ederek kendini yaktı.
Bin Ali, halkın haklı isyanı karşısında tutunamayacağı anlayınca ailesi ile birlikte tahtını ve ülkesini terk edip BAE’ye sığınarak zar zor canını kurtarmaya çalıştı.
İyi de etti yani, en azından, önceden işlediği zulümlere –kendi dikta rejimi adına başka zulümler işlemek zorunda kalmamış oldu!
Onca haklı isyana ve “eş-ş’ab yurid iskaten nizam”(*) söylemine rağmen, Esed kendisine verileceğini umduğu destekten dolayı, “Nuh dedi, peygamber demedi” kabilinden kendisine uzatılan barış ve dostluk elini uzatmadı ve bu işin kolaylıkla ve suhuletle çözelim” çağrılarına da kulağını kapatmış oldu.
Ondan sonra, resmen değilse de, de fakto (fiilen) ülke bütünlüğü parçalanırken, bu parçalanmışlığı izale etmek için özellikle de Türkiye’nin -Suriye’nin toprak bütünlüğünü koruması adına- sunmaya çalıştığı olumlu isteklere yönelik, Rusya ve İran’ında Esed rejimini sağlama alma adına birkaç mutabakat çalışmaları(Soci, Astana vs.) oldu, yürürlüğe girdi; İdlib gibi “sözde” çatışmasızlık bölgeleri oluşturuldu; ama bir yandan Rusya ve rejim, o bölgeleri havadan ve karadan vurmaya devam etti.
Suriye’de Sünni Arap bölgelerine yönelik bunlar olurken, bugüne dek rejim tarafından varlıkları kabul edilmemiş olan ve vatandaş ve dahi olarak sayılmayan Kürtleri gözleri, birden “ela göz” olarak övgüye mazhar oldu.
Sözde, Suriye’de var olan karışıklığı bahane eden –Kürt halkı değil- PKK, ülkenin kuzeyinde, büyük oranda ABD’nin –özellikle de Trump’un ilk dört yıllık başkanlık döneminde- Rusya ve İran’ında katkılarıyla hakim olmaya çalıştı.
Buna karşılık, kendi sınırına müzahir bir “terör koridoru ve devleti” görmek istemeyen Türkiye, PKK’nın dönem dönem oradan Türkiye topraklarına yapmış olduğu ve halen yapmaya çalıştığı saldırıları püskürtmek için birkaç askeri operasyon gerçekleştirdi.
Buna bağlı olarak, Türkiye PKK’dan temizlediği yerlere, uluslar arası hukuk çerçevesinde vali tayin ederek, orada düzeni sağlamaya çalıştı.
En son, PKK’nın elinde buluna Tel Rıfat’da, HTŞ’in İdlib’ten başlattığı ve Şam’a kadar uzanan askeri operasyonları döneminde terör ortamından kurtarılmış oldu.
Burada yanlış anlaşılmaya mahal vermeden söylemek gerekirse, hem ülke, hem de ülkenin kuzeyinin esas yerlisi, sahibi Arap ve Türkmenlerinde yaşadığı yerler olarak Kürtlerin kadim toprağıdır.
Onların kendi topraklarında, Suriye’nin kendine özgü şartları muvacehesinde ve eşit haklar çerçevesinde üniter ya da özerk bir yapı içerisinde yaşama ve hayatlarını idame ettirme hakları, her toplum gibi onlarında hakkıdır.
Burada sorun olan şey, PKK/PYD’nin, orada kendi halkına yönelik uygulamaya çalıştığı, geçmişte kalmış köhne Marksist uygulamalarda ısrar etmesidir. Yoksa Kürt halkı her şeyin en iyisini hak etmektedir.
Bu böyle biline…
Kaldı ki, oranın Kürdü ile buranın Kürdü aynı milletin asli parçası, akrabası ve Türk’ünde; Türkiye’nin de dostudur. Keza, Suriye’nin Arap halkı da Türk’e ve Türkiye’ye dost ve müttefiktir.
Dost ve müttefik olmasaydılar, kitleler halinde Türkiye’ye sığınıp buranın halkıyla aynı kaderi, derdi, elemi, kederi, hüznü ve güzellikleri yaşar mıydılar?
Tabii ki de hayır!
Bir de Türkiye ve bir bütün olarak halkı, Suriye’ye müdahil olan Rusya dışında kalan birçok bölgesel gücün tarihin yanlış yerinde durduklarının aksine –birçok yanlışa, hataya rağmen- tarihin doğrun tarafında durdu.
Epey zamandır İdlib’e sığınmış olan Suriye muhalefeti birkaç isim ve anlayış değişikliği sonrasında HTŞ ile SMO’nun (eski Özgür Suriye Ordusu) ortaklaşa eylemleri sonrasında Kuzeyden güneye olacak şekilde Suriye’nin, büyüğünden, küçüğüne; şehrinden kasabasına ve köyüne kadar tüm yerleşim yerleri rejimden kurtarılıp birer birer özgürlüklerine kavuşturulmuş oldu.
Bunların bir kısmı da “birçok sebepten dolayı rejimin “sözde” kaleleri olarak görünüyordu.
Yaşanan bu süreçte, birçok devlet ve blok tarafından ismi terör listesinde bulunan HTŞ’nin, bundan sonraki durumuna gelince; dünyada adı terör listesinde geçen ve bir şekilde üzerine mücadele ettiği ülkenin yönetimini ele aldıktan sonra, adı terör listesinden çıkarılan yapılar gibi, eğer, ondan beklenen konularda makul bir tavır sergiler ve uygun bir duruma evrilirse; onu hem Türkiye ve hem de bölge ülkeleri ile küresel güçler kabul edebilir ve onun, uluslar arası konumunun pekişmesinde on yardımcı olmaya çalışır.
Bekleyip göreceğiz.
Altmış bir yıl önce ideolojik (Baasçılık) ve mezhebi çerçevede bir darbe sebebiyle kurulan ve bu uzun zaman diliminde Suriye halkına kan kusturan, tabiri caize, onların kızılcık şerbeti içmelerine sebep olan rejim “Yurid iskaten nizam; halk rejimin düşmesini istiyor” sloganı ve feryadıyla on küsur yıldır sürdürdüğü haklı mücadelesinin sonunda –inşaallah öyledir- mutlu sona kavuşur.
Bize düşen görev ise, Suriye’nin toprak bütünlüğüne saygı duymak, orada yaşayan her inançtan, sosyal çevreden ve halktan oluşan Suriye’nin toplumsal bütünlüğüne azami saygı göstermek ve onların kendi kaderlerini tayin hakkının tek sahibinin onlar olduğuna kabul etmek olmalı…
Yarın ne olur, kim kimin yanda durur, kim ne yapar; bunlar şimdilik bilinmeyeceği için, karşılıklı niyet okuyup; tarafları kahramanlaştırmak ya da şeytanlaştırmak aklen ve ahlaken doğru olmasa gerek.
Bunca bilinen ve bilinmeyenle birlikte Suriye halkının elde ettiği bu zaferden dolayı can-ı gönülde kutlamak gerekir.
Yaşasın 8 Aralık devrimi,kahrolsun Esed cuntası ve şurekâsı!!
!___________________________________________________________________________________________________________________________________________
*)”Halk rejimim devrilmesini istiyor