Bu toprakların üniversite tarihi bir bakıma tasfiyelerin tarihidir. Hangi hükümet, ideoloji, lider döneminde olursa olsun bütün tasfiyelerin ilginç bir ortak noktası vardır: Tasfiye edilenlerin kalite ortalaması, içerde kalanlardan daha yüksektir. 1940’ların DTCF tasfiyesi, 1980’lerdeki 1402’likler, 2000’li yıllardaki imzacı akademisyen tasfiyelerinde vuku bulan hep budur.
Son zamanlarda heyecanla Muzaffer Şerif okuyorum, araştırıyorum. Şerif’in adını hep 1940’larda DTCF’den tasfiye edilenlerden biri olarak bilirdim. Sosyal psikolojinin alan kurucu isimlerinden dünya çapında biri olduğundan da haberdardım. Ancak kendisinin yazdıklarını hiç okumamıştım. Muzaffer Şerif ile ilgilenme sürecim Taner Özbenli’nin İletişim’den yeni çıkan Muzaffer Şerif ve Sosyal Psikolojinin Nörolojik Temelleri başlıklı kitabını okumamla başladı. Kitapta Taner Özbenli’nin babası Hüseyin Avni Özbenli’nin tuttuğu, Muzaffer Şerif’in DTCF’de 1942-1943 ders yılında verdiği “Sosyal Psikoloji” dersinin notları da yer alıyor. Öncelikle bu kitabı ve Muzaffer Şerif’in bütün yapıtlarını özellikle genç sosyal bilimciler için hararetle öneriyorum. Sadece sosyal psikologlar için değil. Bunu söylerken kastım şu: Ondan hâlâ öğrenebileceğimiz sadece uzmanı olduğu alanla ilgili içerik değil. Aynı zamanda bir üniversite hocasının, bir bilim insanının, özellikle de sosyal bilimler alanında, konularına, literatüre, mevcut araştırmalara nasıl yaklaştığını görebilmek. Yani işin biraz da biçime, usule, üsluba dair olan yanları.
Cüret/Saygı Diyalektiği
Sözünü ettiğim ders notları Muzaffer Şerif’in bu topraklarda verdiği son dersin notları aynı zamanda. Sadece bu ders notlarından bile Şerif’in alan/kanon hâkimiyeti, onun içinde kendini konumlandırması, saygı/cüret diyalektiği, literatür ve güncel araştırma takibi açılarından müthiş bir ethos’a sahip olduğunu görebiliyorsunuz. Şerif’in kendini sadece bir alıcı, aktarıcı değil, alanı bizzat üretenlerden biri olarak gördüğünü hissedebiliyorsunuz.
Şerif kendisini asla Doğu/Batı gibi, Avrupa/Biz gibi ikilemlere hapsetmiyor. İşini, uzmanı olduğu alanda fikir, kavram, analiz üreterek yapmaya çalışıyor. Alanını üstelik neredeyse transdisipliner bir ufukla çok geniş bir şekilde tarayabiliyor. Örneğin Ziya Gökalp’i Durkheim ile eşit bir şekilde aynı cümlede anabiliyor. Onun için Ziya Gökalp sadece bir Durkheim aktarıcısı değil. Her ikisinin adını eşit bir biçimde anıyor. Ama bu isimleri ya da literatürde önem verdiği diğerlerini anarken asla onlara teslim olmuyor. Onları sadece aktarmıyor. O şunu demiş, bu da bunu demiş demiyor. Ben de dâhil pek çoklarımızın çoğu zaman, en azından zaman zaman yaptığı gibi! Kendisi hep orada. Onlardan alınması gerekeni ve artık vazgeçilmesi gerekeni ayırt etmeye çalışıyor. Cüret/saygı diyalektiği dediğim tam da bu zaten. Bir bakıma onları içererek aşıyor! Bir anlamda ders yaparken bile alanı inşa ediyor. Müthiş ama gerçekten müthiş bir zihin.
Böylesine bir zihnin hayatının son 40 yılında Türkiye’de ders verememiş olması gerçekten büyük bir kayıp. Bu toprakların üniversitelerinin vasatlığını buralardan da okumak lazım. İnsan sormadan edemiyor: DTCF’den tasfiye edilen Şerif ve diğerleri ömürlerinin sonuna kadar Türkiye’de ders verebilmiş, öğrenci/asistan yetiştirebilmiş, tez yönetebilmiş olsaydı; kitapları okuryazarlık kamusunda yaygın olarak okunabilseydi, Türkiye, üniversitesi ve okuryazar kamusu nasıl olurdu?
Muzaffer Şerif’in Türkçeye çok az metni çevrilmiş. Biri 1985’te Alan’dan yayımlanmış olan Sosyal Kuralların Psikolojisi. Bu kitabın İngilizce ilk baskısının tarihi 1936. Kitabın şu an baskısı yok. Ben Nadir’den bulabildim. İkinci olarak eşi Carolyn Şerif ile birlikte yazdığı iki ciltlik Sosyal Psikolojiye Giriş Sosyal’den 1996’da yayımlanmış. Bu kitabın da şu an baskısı yok. Bu kitabı Nadir’de de bulamadım maalesef. Bir üçüncüsü Veysel Batmaz’ın derlediği ve Salyangoz’dan 2006’da çıkmış olan Otoriteryen Kişilik başlıklı kitap. Bu kitapta Şerif, Sanford, Asch ve Milgram ile birlikte ortak yazar. Kitabın Kitapyurdu’nda mevcudu var gözüküyor. Son olarak bir de Muzaffer Şerif’e Armağan başlıklı derleme bir kitap var. İletişim’den 2007’de yayımlanmış. Onun da şu an baskısı yok. Bu kitabın Nadir’de mevcudu var. Az önce sipariş verim. Oradan biliyorum. Yani Türkçe sivil okuryazarlık da üniversite gibi Şerif’i tasfiye etmiş denebilir rahatlıkla.
Tasfiyelerin Tarihi
Bu toprakların üniversite tarihi bir bakıma tasfiyelerin tarihidir. Hangi hükümet, ideoloji, lider döneminde olursa olsun bütün tasfiyelerin ilginç bir ortak noktası vardır: Tasfiye edilenlerin kalite ortalaması, içerde kalanlardan daha yüksektir. Tarihi malumat detaylarına girmek istemiyorum ancak şahsen incelediğim, haberdar olduğum 1940’ların DTCF tasfiyesi, 1980’lerdeki 1402’likler, 2000’li yıllardaki imzacı akademisyen tasfiyelerinde vuku bulan hep budur. Bir anlamda Türkiye üniversitesi sistematik olarak en kaliteli hocalarını tasfiye etmiş ve bu sayede vasat olanlara alan açmıştır. Türkiye üniversitelerinde hep vasatların güçlü olması, iktidarda olması biraz da bu yüzdendir. Ancak benim bu yazıda Muzaffer Şerif özelinde üzerinde durmak istediğim işin akademik, politik hatta polisiye tarafı değil. İlgili olanlar sadece Google Hoca sayesinde yeterince içeriğe ulaşabilirler. Hatta ben de bir öneride bulunabilirim: Yıldıray Oğur’un 27 Temmuz 2014 tarihinde Türkiye Gazetesi’nde çıkmış olan “Lüzumundan Fazla Münevver” başlıklı yazısı. İnternetten ulaşabilirsiniz elbette. Bu arada dayanamayıp, küçük bir ipucu vereyim. Yazının başlığında yer alan “lüzumundan fazla münevver” nitelemesi Muzaffer Şerif için Nazım Hikmet tarafından layık görülmüş.
Muzaffer Şerif sadece üniversiteden sürülmüş gibi gözükmüyor. Aynı zamanda Türkçe okuryazarlığın okuma evreninden de sürülmüş gibi. Uzun on yıllar sanırım o meşhur okuma listelerine girmeye bir türlü layık görülmemiş olsa gerek. Örneğin Gündüz Vassaf, Muzaffer Şerif’in Türkçe olarak yayımlanmış ilk kitabı olan 1985 tarihli Sosyal Kuralların Psikolojisi’ne yazdığı sunuş yazısında şöyle diyor: “Bugüne kadar ne bir kitabı Türkçeye çevrildi ne de bir kitabı ODTÜ ve Boğaziçi gibi İngilizce öğretim yapan üniversitelerimizden birinde okutuldu”. Bu kitabın henüz ikinci baskıyı görmediğini daha önce belirtmiştim.
Bunun bir sebebi de Muzaffer Şerif’in romantik, heyecanlı; bir kitapla, bir kavramla, bir manifestoyla memleket kurtaracak biri değil; işinde, gücünde, soğukkanlı, çalışkan, üretken bir bilim insanı olması. Yani Muzaffer Şerif bir tweet’le dünyanın ve ülkenin bütün meselelerine çözüm getirdiği iddiasında bulunmamış, bir akademik hayat boyunca dünyanın en seçkin üniversitelerinde ders vermiş, öğrenci ve asistan yetiştirmiş, tez yönetmiş, onlarca kitap, yüzlerce makale yazmış, bir o kadar araştırma yapmış. Örneğin bütün ömrünü birey ile toplum arasındaki ilişkilerin pek çoklarının sandığından daha karmaşık olduğunu savunmaya harcamış ve bunun analizine, araştırmasına vakfetmiş.
Bu noktada aklıma hemen onu herkesin daha bildiği, okuduğu bazı isimlerle karşılaştırmak geldi. Şerif, Türkçede Kemal Tahir kadar, Cemil Meriç kadar bilinmemiştir, okunmamıştır. Hatta İdris Küçükömer kadar bile. Ama Şerif en az onlar kadar önemli, hatta bazı açılardan daha önemli bir isimdir bence. Yanlış anlaşılmak istemem: Bu karşılaştırmayla yapmak istediğim Kemal Tahir’i, Cemil Meriç’i ya da İdris Küçükömer’i değersizleştirmek değil. Muzaffer Şerif’i, her okuryazarın aşağı yukarı bildiği isimlerle birlikte anarak onun değerini teslim etmek. Üstelik bunları Meriç ve Küçükömer’in neredeyse yazdığı her satırı hayranlıkla okumuş, Tahir’den en azından haberdar olan biri olarak söylüyorum. Elbette ileride bu konulara temas edecek başka yazılar da yazmak isterim. Ancak burada vurgulamak istediğim, Tahir, Meriç ve Küçükömer’in, benim yıllardır altını çizdiğim anlamda Türkçe okuryazarlıkta “aydın işlevi” görmüş olmaları. Popülerlikleri buradan ileri geliyor. Muzaffer Şerif ise öncelikle bir bilim insanı. Elbette birileri çıkıp “dünyanın her yerinde biraz böyledir” diyecektir. Ama en azından bu durumu Türkiye özelinde tespit edip, kayıtlara geçirmek de isterim doğrusu. Ayrıca bütün bu değerlendirmelerimin siyasi konumla hiçbir ilgisinin olmadığını da vurgulamak isterim. Kanıt olarak da kendimce Sabri Ülgener’i de artık ele aldığım bu yazarlardan daha önemli gördüğümü belirtirim.
Aklımızdan, Fikrimizden Sürgün Ettiklerimiz
Yazının başlığını “Sürgün Aydını” koyarken sadece ülkeden, üniversiteden sürgün edilmişleri kastetmediğimi artık anlamışsınızdır sanırım. Bir de aklımızdan, fikrimizden, idrakimizden, okuma listelerimizden sürgün ettiklerimiz var. Bence Muzaffer Şerif bu sürgünler içinde en ön sıralarda yer alıyor. Muzaffer Şerif’in çok çalıştığı, çok araştırdığı, çok yazdığı bir gerçek. Ama Tahir kadar, Meriç kadar, Küçükömer kadar büyük laf etmemiş. Skolastik aydınlar, ilmihal aydınları kamusunda belki de bu yüzden pek itibar görmemiş. Sürekli olarak hazır reçete arayanların önüne onlarca kitap, yüzlerce makale, bir o kadar araştırma koyduğu için pek tercih edilmemiş. Ne de olsa “Kimselerin vakti yok(muş) durup ince şeyleri anlamaya”. Tıpkı şairin dediği gibi!
Kaynak: Farklı Bakış