Tarih: 29.03.2021 00:57

Sünni Siyasal Gelenek

Facebook Twitter Linked-in

Sünni siyasal gelenek yaşadığı tarihsel sürecin etkisiyle, devlet ve güvenlik eksenli bir fıkıh üretmiştir. Buradan kurtulmak kapsamlı bir zihniyet değişikliği gerektiriyor. Şankiti’ye göre, İslam siyaset geleneği aşağıdan gelen fitne ve karışıklığa karşı (Cemel/Sıffin/Haricilik) yukarıdan gelen otoriteyi (Muaviye) tercih etmiştir. Bu tercih güvenlik yoksa şeriatı (Hukuk) uygulamanın imkanı yoktur tezini temel alıyor.

Genelde Türkler ve Kürtlerin ( sağ-muhafazakar-sol-Kemalist fark etmez), özelde Türk ve Kürt İslamcılığının devlet eksenli düşünmelerinin altında bu tarihsel mirasın oluşturduğu siyasal akıl var.

Erdoğan, Hendek ve 15 Temmuz’dan sonra özgürlük güvenlik denkleminde güvenliği tercih eden bir politik tercih yaptı. Bu tercihte ortaklık yapabileceği tek siyasal aktör Bahçeli idi. Bu denklemden özgürlük lehine fazla bir şey beklememek gerekir. Milliyetçi refleks özgürlükten ziyade güvenlik eksenli bir siyaseti önceler. Kaldı ki, özgürlük ve güvenlik tercihi yapan Sünni siyasal akıl daima güvenliği tercih etmiştir. Sünni siyasal akıl aşağıdan gelecek fitneye karşı daima yukarıdan gelecek otoriteyi önceler.

Geleneksel İslam düşüncesinde Adalet ve düzen fikri siyasal anlamda önemlidir. Tarihsel süreçte düzen düşüncesinin adalet düşüncesine göre daha belirleyici olduğu açıktır. Hatta, dört halife devrinden köklü bir kopuşa işaret eden Muaviye yönetiminin kabul görmesinin altında güvenlik ve düzen fikri vardır. Kuşku yok ki, güvenlik ihmal edilmesi gereken bir şey değildir. Ancak özgürlük güvenlik dengesini sağlıklı bir şekilde kurmak gerekir.

Ancak bunun için geleneksel İslam siyasi aklında köklü değişime ihtiyaç var. Özgürlük ve sorumluluk temelinde Allah-insan ilişkilerini yeni bir okumaya yol açacak bir kelam anlayışına ihtiyaç olduğu açık.

Türkiye’de bilinen tarihsel nedenlerden dolayı sivil toplum devletin karşısında zayıftır. Osmanlı devletinde siyasal alanın dışında sivil örgütler özerk bir yapıya sahipti. Cumhuriyetin kuruluşu ile beraber sivil yapılar ya ortadan kaldırıldı ya da devletin tekeline girdi. Yönetim alanında olan otoriter ve siyasal çoğunluğa kapalı anlayış ve siyasetten katl anlayışı Cumhuriyetin özellikle 1950 yılına kadar aynen devam etti.

Osmanlı döneminde özerk olan cemaat ve tarikatlar ise Tanzimat sonrası başlayan ve Cumhuriyet ile zirve yapan ulus-devlet ve merkezileşme çabalarının kurbanı olarak ortadan kaldırıldı. Sivil toplum halen devlet karşısında oldukça zayıftır.

“İslam siyasal aklını, tarihsel iki tecrübe olan Sünni hilafet/saltanat modeli ile Şii mitolojik imamet modeli teslim almıştır. Bu iki model de siyasette otoriterleşmeyi beslemiştir. Cabiri’nin deyimiyle bu iki model de günümüzde Müslümanlar için geçerli modeller değildir. Daha da vahimi İslam aklı bu iki modeli dinin aslından sayan bir anlayışla yorumlamışlar ve kurumsallaştırmışlardır. Cabiri’nin önerileri şunlar:

1- Siyaset alanında otoriter siyasetten paylaşımcı modele,

2- Ekonomik alanda rant ekonomisinden üretim ekonomisine,

3- Kelami anlamda insanı edilgenleştiren kader anlayışından, insanı özgürleştiren anlayışa geçmek gerekir.

Bu, Müslüman aklı tarihsel olandan asıl öze dönüştürecek olan kapsamlı bir paradigma değişimini gerektirir. Kuşkusuz bu paradigma değişimi büyük bir entelektüel sıçrama gerektirir.

Abdülkerim Surüş, İran’da mollaların söylemlerinin tekelini kırmak için, dinin kendisi ile dini bilgiyi ayırıyor ve epistemik yanılabilirlik kavramını ortaya atıyordu. Müslüman akıl, hukuk alanında nepotizme karşı adaleti, adil yargılamayı, liyakati, yargı bağımsızlığını; ekonomi alanında rant ekonomisine karşı üretim ve emek ekonomisini; siyaset alanında otoriterleşmeye karşı müzakereye, katılıma, danışmaya ve çoğulculuğa açık bir yönetim modelini savunmalıdır.

“Şura ayeti, yönetimde gücün dağıtılmasına mı vurgu yapıyor, yoksa otoriter yönetimlere mi meşruiyet sağlıyor. Tarihsel pratikte Muaviye’nin otoriter politik çizgisi, Hz. Ömer/Hz. Ali’nin adalet çizgisine galip geldi.

Asıl soru şu: İslam aklı neden otoriter yönetimlere bu kadar kolay teslim oldu ve onu meşrulaştırabildi? İslam toplumlarının güvenlik zaafı, bir yandan özgürlük taleplerinin ertelenmesine, diğer yandan otoriter yönetimlerin destek bulmasına neden oluyor.

Asıl sorun son üç yüzyıldır İslam toplumlarının sorun çözme yeteneğini yitirmesidir. Osmanlı’nın çöküşü, İslam toplumlarını emperyalizm karşısında çaresiz bıraktı. Bu çaresizlikten kurtulma çok büyük bir entelektüel atılım gerektiriyor. Ne yazık ki, İslam, onu hiç temsil etmeyen devletlerin ve siyasilerin elinde araçsallaştırılıyor. İslam toplumlarının boğuştuğu sorunlara çözüm üretemeyen bir dini düşüncenin dünyaya örnek olması mümkün gözükmüyor.

Hiç kuşku yok ki, bu ülkenin en temel ihtiyacı ülkedeki herkesin kendini özgür ve güvende hissedeceği yeni bir Anayasa’dır. Bu anayasa, farklılıkları kabul edecek ve vatandaşlık temelinde müzakere ile oluşturulmalıdır. Zamanın ihtiyaçlarına göre şekillenen Cumhuriyetin kurucu paradigması, Anadolu çoğulculuğunu taşıyamıyor.

İmparatorluk kültürü üzerine oturan ulus devletlerin en büyük sorunu etnik temelden beslenen “ulusal kimliklerdir.” Ulusal kimliklerin yerini vatandaşlık bağı almalıdır. Türkiye’nin yaşadığı temel gerilim de budur. Öyle görülüyor ki, Türk temelinde tanımlanan ulusal kimlik inşası sorunlu. Bu da kurucu paradigmanın demokratikleşmesi ve çoğulculaşmasından geçiyor.

Devamı >>>




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —