Malazgirt zaferi Sultan Alparslan’ın İslam dünyasındaki konumunu tartışılmaz kılmıştı. Romen Diyojen’den sonra bir de iç savaş yaşayan Roma İmparatorluğu’nun ise yakın bir gelecekte sultana tekrar meydan okuması imkân dâhilinde değildi. Şimdi Alparslan, ister doğu, ister batıya doğru harekete geçerse, kendisini durduracak herhangi bir güç veya engel bulunmamaktaydı. Deyim yerindeyse, artık gücün zirvesindeydi. Sadece sahip olduğu iktidar açısından değil, yaşının kırka ulaşmış olması itibariyle fiziki olarak da kapasitesinin doruğundaydı. Bir tek sözüyle emrindeki ordular harekete geçmeye hazır beklemekteydi. Ancak felek (belki de kader demeli), rakibi Romen Diyojen’in ölümünden sonra ona da sadece bir yıl kadar zaman tanımıştı.
Ölüm yolculuğunun dört ayrı anlatımı
Her ölüm trajiktir; ancak Sultan Alparslan’ın ölümü belki biraz daha trajiktir. Her ölüm vakitsizdir; ancak Alparslan’ın ölümü biraz daha vakitsizdir. Hayata veda ettiğinde, 33 yaşında ölen Büyük İskender’den yedi yıl uzun, 55 yaşında ölen Selahaddin Eyyubi’den on beş yıl kısa yaşamıştı.
Malazgirt’ten sonra Alparslan Anadolu’ya girmedi. Tekrar doğuya, cihan bildiği yöne döndü (üç asır sonra Timur’un da yapacağı gibi). Urfalı Mateos, sultanın büyük bir orduyla Ceyhun nehrini aşarak Semerkand’ı fethetmeye yöneldiğini yazar. Alparslan yolda Hana kalesini kuşatır.[1] Kalenin hâkimi Yusuf, cesur ve merhametsiz bir adam olarak bilinmektedir. Günlerce süren kuşatmanın bir noktasında sultan Yusuf’a, kendisine biat etmek (vasallığına girmek) şartıyla atalarının topraklarında kalabileceğini söyler. Buradan hareketle Yusuf korkunç bir plan hazırlar. Önce, davul zurna eşliğinde bir ziyafet düzenler. Ancak geceleyin, sultanın kölesi olmamaları için karısı ve üç oğlunu kendi eliyle keser. Ertesi sabah erkenden, oğullarını kestiği o iki bıçağı da çizmelerine saklayarak sultanın huzuruna çıkar. Önce eğilir; ancak sultan ona yaklaştığı sırada hançerlerini çekerek üzerine atılır ve huzurdaki diğer kişiler kaçışırken Alparslan’ı vahşice bıçaklar. Sultanın korumaları içeri dalıp Yusuf’u oracıkta öldürürlerse de, sultan üç yerinden ölümcül bir şekilde yaralanmıştır (Mateos:145).
Abu’l Farac, Abu’l Farac Tarihi adlı eserinde Alparslan’ın ölümünden şu şekilde söz eder: Alparslan’ın kızıyla evli olan Tabajag oğlu Şemsülmülk, Buhara’ya, Semerkand’a ve Ceyhun nehrinin ötesindeki diğer diyarlara hâkimken, Alparslan’ın oğlu Willias (İlyas) da komşu Harzem’de hüküm sürüyordu. Bu ikisi kavgalaşınca, Tabajag oğlu Şemsülmülk eşine saldırır; “Sen benim karım değilsin. Bana karşı bir casussun. Kardeşini memleketlerimi harap etmek için tahrik ediyorsun” diyerek döve döve öldürür. Sultan kızının katlini öğrenince son derece hiddetlenir ve askerlerini toplayarak nehri geçer. Ordugâhını arazideki bir kale önünde kurar ve buranın Harzem yerlilerinden olan hâkimi ile çatışmaya girer. Adamı esir alır ve oklanarak öldürülmek için elleriyle ayaklarının dört kazığa bağlanmasını emreder. Adam huzura getirildiğinde sultana söver; “Seni muhannes! Benim gibi adamlar bu şekilde mi öldürülür” diye tahrik eder. Bu sözler üzerine kanı kaynayan sultan, “bu adamın ellerini ve ayaklarını çözün, ben onu serbest olduğu halde öldüreceğim” der. Adamın serbest bırakılması üzerine bir ok atar, fakat vuramaz. Harzemli ise Alparslan’ın üzerine atlayarak eline geçirmiş olduğu bir hançeri sultanın sırtına saplar. Orada bulunan harem ağalarından biri kendini sultana siper etmeye çalışır, ancak Harzemli sultanı bırakıp ağayı bıçaklamaya koyulur. O sırada çadır kurmakla meşgul olan Ermenilerden biri gelip Harzemliyi başından vurarak öldürür (Abu’l Farac, Cilt I, 325).
İbnü’l Esir Alparslan’ın ölümünü çok az farklı anlatır. Sultan 1072 yılının Eylül ayında Maveraünnehr’e doğru sefere çıkar. O dönemde Maveraünnehr hükümdarı Şemsülmülk Tekin adında biridir. Sultan Ceyhun nehri üzerinde bir köprü yaptırır; askerlerinin sayısı iki yüz binden fazla olduğundan, bu köprüden yirmi küsur günde geçilir. 20 Kasım (6 Rebiyülevvel) 1072 günü, Yusuf el-Harezmi adında bir muhafız yakalanıp sultanın huzuruna getirilir. İki gulamın (asker-kölenin) refakatinde Alparslan’ın huzuruna çıkartılır. Sultan dört kazık çakılıp el ve ayaklarının bu kazıklara bağlanmasını emredince Yusuf, “Ey muhannes! Benim gibi bir adam böyle mi öldürülür?” der. Bu söze çok kızan sultan, eline yayını alıp iki gulama “Serbest bırakın şunu” dedikten sonra Yusuf’a ok atar, fakat isabet ettiremez. Oysa o güne kadar attığı hiçbir ok hedefinden şaşmamıştır. Yusuf ise derhal Alparslan’ın üzerine atılır. O sırada tahtında oturan sultan, Yusuf’un üzerine doğru geldiğini görünce ayağa kalkıp tahttan inmek ister; ancak ayağı sürçer ve yüzü koyun düşer. Sultanın üzerine çullanan Yusuf, yanında bulundurduğu bıçağı Alparslan’ın böğrüne saplar. O sırada ayakta bulunan Sadüddevle’yi de birkaç yerinden yaralar. Sultan yaralı vaziyette kalkıp diğer çadıra girer ve bu sırada hizmetçilerden biri Yusuf’un başına topuzla vurup öldürür. Ardından içeri giren Türkler Yusuf’u parçalar (İbnü’l Esir, Cilt 10, 79).
Şihabeddin b. Fazlullah el Ömeri’nin anlatımı, kimi farklılıklara rağmen İbnü’l Esir’in yazdıklarına yakındır. El Ömeri, Sultan Alparslan’ınCeyhun üzerinde bir köprü kurdurarak iki yüz bin kişilik ordusunu buradan geçirdikten sonra Karir denilen bir kasabaya vardığını ve burada yemek verdiğini yazar. Bu kasabada Ceyhun’a nazır bir kale vardır ve bu kalenin muhafızı Yusuf el-Harezmi adında biridir. Yusuf el-Harezmi iki uşağı ile birlikte Sultan’ın huzuruna getirilir. Yusuf düşman tarafından değildir ama kendisine emanet edilen kalenin korunmasında kusuru görülmüştür. Sultan dört kazık çakılmasını emrederek elleri ve ayaklarını bu kazıklara bağlatır. Yusuf “Alçak! Benim gibi biri böyle mi öldürülür?” deyince, Alparslan öfkelenerek, eline bir ok ve yay alıp esirin çözülmesini emreder. Sonra okunu atar, ancak vuramaz. Bunun üzerine Yusuf hançerini çekerek saldırır. Sultan tahtından ayağa fırlar, ancak yüzüstü düşer. Yusuf bıçağını bir daha salar ve bu defa sultanın yanında bulanan Sadüddevle adında birini yaralar. Bu sırada bir Rum faraş (döşeyici), elindeki demir çubuk ile Yusuf’a vurarak öldürür. Arkasından Türkler Yusuf’u paramparça eder (El Ömeri:217-218).
Savaşçılık töresi ve mutlak iktidar yozlaşması
Akla ilk gelen sorular şunlardır: (1) Bir insanın, velev bir âsinin veya savaş esirinin, elleri ve kolları bağlanıp oklanarak öldürülmesini, sultanın “merhametli” diye tarif edilen kişiliğiyle nasıl bağdaştırabiliriz? (2) Sultan Alparslan nasıl olur da düşmanını illâ kendisi oklamaya kalkmak gibi bir risk alabilir; bu kadar basiretsiz bir şey yapabilir? Herhalde her iki sorunun cevabı, öncelikle dönemin koşullarıyla ilgilidir. Kabile toplumundan yeni çıkmış ve ancak yarı yarıya çıkmış savaş soyluluklarının (Fuat Köprülü’nün deyimiyle “askerî aristokrasi”lerin) şiddet dolu yaşantısı söz konusudur ve Alparslan da bu kültürün, bu törenin, bu yiğitlik anlayışının bir parçasıdır. “Adalet” de, “merhamet” de bu sınırlar içinde, göreli kavramlardır; madalyonun diğer yüzünde, her an kişisel kahramanlığını tekrar ve tekrar ispatlamaya kendini mecbur hisseden bir savaş başbuğu, savaşçı bir hükümdar tipi söz konusudur. Tahrik karşısında öfkeden kendini kaybedip sultanlığını unutarak herhangi bir silâhşör gibi şövalyece düelloya girmesi, ancak bununla açıklanabilir.[2]
Öte yandan Alparslan, tam bu dönemde mutlak iktidar olmanın yol açtığı güç zehirlenmesine de kapılmış olabilir. “İktidar yozlaştırır; mutlak iktidar mutlak surette yozlaştırır” (Lord Acton). Sultanın yaralandıktan sonra sarfettiği iki kaynak tarafından aktarılan şu sözler de böyle bir “mutlak güç” zehirlenmesine işaret eder niteliktedir: “Her nereye yönelsem ve hangi düşman üzerine yürümek istesem, daima Allahtan yardım dilerim. Dün bir tepeye çıktım. Ordumun azametinden ve askerlerimin çokluğundan dolayı altımda yer titriyordu. Kendi kendime, ‘Ben bütün dünyaya hüküm eden biriyim, bana hiç kimsenin gücü yetmez’ dedim. Bu yüzden Allah Teâla beni yarattıklarının en zayıfı karşısında aciz bıraktı. Allahtan mağfiret diler ve bu düşüncemden dolayı beni affetmesini niyaz ederim”(İbnü’l Esir, Cilt 10, 79).
El Ömeri de sultanın yaralandıktan sonra şu sözleri söylediğini nakleder: “Dün tepeye çıktığımda yeryüzü ayaklarımın altında, ordunun büyüklüğünden dolayı titremiş ve kendi kendime, ‘Dünyanın hâkimi benim, kimse bana bir şey yapamaz’ demiştim. Allah beni basit bir kuluyla âciz bıraktı. Aklımdan geçirdiğim bu yanlış düşünceden dolayı Allaha tövbe ediyorum.”
Sultan Alparslan’ın kişiliği
1072 yılının Rebiyülevvel ayının 6’sında yaralanan sultan, dört gün sonra, aynı ayın 10’unda (24 Kasım) vefat eder. Öldüğünde kırk yaşını biraz aşmış; saltanatı dokuz yıl, altı ay ve birkaç gün sürmüştü. “Süryani Vakanüvisler”den Büyük Mikhail, Vakayiname’sinde Sultan Alparslan’ın uzun saçlı olduğundan söz eder (Yousif:173). Sultan Alparslan’dan geriye beş oğlu ve dört kızı kalır. İbnü’l Esir oğullarının adlarını Melikşah, Ayaz, Tekiş, Börü Bars, Tutuş ve Arslan Argun; iki kızının adlarını Sara ve Âişe olarak verirken, diğer kızlarının adını tesbit edemediğini belirtir (İbnü’l Esir, Cilt 10, 81). Ölüm döşeğinde, kendisinden sonra Melikşah’ın tahta geçmesini vasiyet eden sultan, devlet işlerinin çekip çevrilmesini Nizamülmülk’e bırakır (El-Ömeri: 217-218). Ölmeden önce askerlerine Melikşah’a bağlı kalmaları için yemin ettirir. Oğulları arasında yaptığı toprak paylaşımı ve tahsis ettiği hgelirler çerçevesinde gene Melikşah’a, “Her kim benim vasiyetime razı olmazsa, onunla savaşınız ve ona tahsis ettiğim parayı ona karşı savaşta kullanınız” der. Cenazesi, vasiyeti üzerine Merv’e götürülerek babasının yanında defnedilir. Ölüm haberi Bağdat’a ulaştığında, Vezir Fahrüddevle b. Cüheyr selâmlıkta (Sahnu’s Selam) oturup taziyeleri kabul eder. Alparslan’ın kendi vasiyeti üzerine Bağdat’ta Melikşah adına hutbe okunur (İbnü’l Esir, Cilt 10, 81).
İbnü’l Esir, sultanın merhameti ve cömertliğini vurgular. Bir gün Merv’den geçerken el-Hârraîn fakirlerine rastlar ve bunları durumu için ağlar. Ramazan ayında on beş bin dinar dağıtan Sultan Alparslan’ın defterinde, ülkenin her tarafından fakirlerin adları kayıtlı olup, bunlara yardım için maaş tahsis edilmiştir. Halktan sadece asli vergilerin alınmasını, bunların da kolaylık olması için yılda iki taksit şeklinde alınmasını ister.
Gene İbnü’l Esir, Alparslan’ın ihbarcılara itibar etmediğine dikkat çeker. Sultanın namaz kıldığı yere bir gün bir ihbarcı tarafından Nizamülmülk’ü şikâyet eden bir mektup bırakıldığını yazar. Mektupta Nizamülmülk’ün sahip olduğu mülklerden ve halktan aldığı vergilerden söz edilmektedir. Sultan mektubu okuduktan sonra Nizamülmülk’e verip şöyle der: “Bu mektubu al; eğer bunu yazanların söyledikleri doğru ise ahlâkını güzelleştir, durumunu düzelt; eğer yalan söylüyorlarsa onların hatâlarını bağışla ve onları öyle mühim işlerle meşgul et ki, insanları aldatmaya vakit bulamasınlar” (İbnü’l Esir, Cilt 10, 80-81).
Alparslan sözünün eri, yemin ve antlaşmalarına bağlı bir hükümdar olarak bilinir. Ordusundaki askerlerin halkın malına el uzatmasına asla müsaade etmediği söylenir. Has gulamlarından birinin, köylü bir kadından bir etek gasp ettiğini duyduğunda, adamı yakalatıp idam ettirir (İbnü’l Esir, Cilt 10, 81).
* * *
Sonuç olarak Sultan Alparslan, günümüzde kimi aşırı milliyetçi ve ırkçıların kendi siyasi programlarına bayrak ve sembol yaptıkları türden bir lider ve siyasi şahsiyet değildir. Tersine, evrensel İslam anlayışı ve ümmetin esenliği çerçevesinde hareket eden, ırkçılığı şirk sayan, bir ırkı asla diğer bir ırkın üzerinde görmeyen, hiçbir kavmî dâvâsı olmamış bir İslâm komutanı ve lideridir. Ne kadar Türk ise, bir o kadar da Kürt, Fars ve Araptır. Batılı kaynakların, Selâhaddin Eyyubî ile birlikte yiğitlik, mertlik, adalet ve merhametinden söz ettiği iki İslâm komutanı ve devlet adamından biridir.
[1] Tarih-i Güzide adlı eserde Alparslan’ın Cihun kıyısında bulunan “Berzen” adlı kalenin yanında öldürüldüğü yazılı. Burası Curcan’dan bir günlük mesafededir ve İdrisi burası için “Buruzem” demiştir. İbn-i el Cevzi, bu mevkiin adını “Birun” diye kaydeder. Bkz Mateos:114; 82 no’lu not.
[2] Sultan Alparslan’ın Yusuf’u cezalandırma çabasına benzer bir örnek de Malazgirt’te Romen Dijoyen tarafından uygulanır. Malazgirt’in alınmasından sonra ordudaki bir asker, küçük bir eşeği çaldığı iddiasıyla Diyojen’in önüne getirilir. Olaya sinirlenerek aşırı bir tepki veren Diyojen, diğer ordu mensupları için de bir ibret oluşturması amacıyla, hemen oracıkta askerin burnunun kesilmesini emreder. Askerin sahip olduğu her bir şeyi verip, İsa Mesih ve Meryem adına yalvarıp yakarmasına rağmen imparator merhamet göstermez. Burnu imparatorun ve ordunun önünde kesilen askerin acılar içinde bağırması yeri ve göğü inletir. Kendisi de orduda hem yargıç hem danışman olarak görev yapan Mikhael Ataleiattes, “Tam bu esnada Tanrının bizden büyük bir intikam alacağını hissettim” diye yazar (Attaleiattes:279).