İsrail Dışişleri Bakanı Kürtlerin büyük bir millet olduğunu ve zulüm gördüklerini, ülkesinin Dürzi topluluklarıyla ittifak halinde olması gerektiğini söylemiş.
Soykırım yapmakta olan bir yönetimin zulüm karşısında ifade ettiği bu “içli sözler” göz yaşartıcı. ABD’nin de Çözüm Sürecini sabote etmek için Suriye konusunda bir duyarlılık geliştirdiği günlerden beri Kürtlere karşı boş olmadığını biliyoruz.
Gerek bu devletler ve gerekse Rusya, İngiltere ve Fransa’nın Türkleri ve Arapları, Sünnileri ve Şiileri de “sevdiğine” ve “desteklediğine” yakın tarih şahittir. Türkiye’nin ve Türklerin “yerinin ayrı” olduğu zamanlar da çoktur ve gelecekte de olabilir.
Tek sorun, bu “sevgi”nin bölge halklarına hiçbir zaman saadet getirmemesi.
Devletlerin dünyasında bölge haklarına saadet getirmeyen bu sevgi ve ilgiyi reel politik teorilerin diliyle izah etmek mümkün.
“Böl-yönet” veya “böl ve hükmet” bunlardan biri.
İşin esası, çoğu kez kendisini “yüce insani değerlerin” ve “demokratik ideallerin” taşıyıcısı olarak takdim eden bu devletlerin Türkleri, Kürtleri veya Arapları düşündüğü yok. Onlar ahlak, hak, hukuk işlerini çıkar işlerine karıştırmıyorlar. Hem de gerektiğinde en eli kanlı diktatörleri bile iktidara getirme ve destekleme pahasına.
Ama asıl meselemiz onların iki yüzlülüğü değil; bunun bize yansıyan tarafı. Ve içinde bulunduğumuz kötü vaziyetin bizim hatalarımızdan da besleniyor olması.
Bu bakımdan sormamız gereken asıl soru şu olmalı: Acaba içinde bulunduğumuz bu savaş, işgal, etnik çatışma ortamından kurtulup bu reel politik hesapların piyonları olmaktan kurtulabilir miyiz? Üzerinde düşünmemiz gereken mesele bu.
Bunun için bazı stratejik analizler ufuk açıcı ve uyarıcı olabilir. Ama belki ondan önce kadim bilgeliğe bakmakla, ondaki ufuk açıcı ve uyarıcı stratejik tavsiyelere kulak vermekle başlayabiliriz.
Gelin bunun için önce 800 yıldır elimizin altındaki bir kitabın yazarına, Mevlâna Celalettin Rumi’nin anlattıklarına kulak verelim
Bahçıvanın Sûfî, Fakih ve Alevi’yi birbirinden koparmasının öyküsü
Mevlana’nın Mesnevi’sinde ibret verici bir hikâye vardır. Bir bahçıvan, bahçesine giren üç kişiyi görür. Üç kafadardan biri fakihtir, biri şerif (Hz. Hasan soyundan), diğeri de Sufi.
Çok kızar ama belli etmez. “Bunlar bir aradalar” der içinden, “öncelikle bunları birbirinden ayırayım ve yalnız kaldıklarında da canlarına okuyayım.”
Ve planını adım adım uygular.
Önce Sufi’ye döner ve ona “gidip arkadaşların için bir kilim getir de otursunlar” der.
Sufi gidince iki arkadaşa döner ve “sen fakihsin, sen de şerif, peki şu Sufi kim, asalak! Nasıl olur da sizin gibi sultanlarla düşüp kalkar” der ve onu yanlarından uzaklaştırmalarını sağlar. Sonra da Sufi’nin ardından gidip onu yakalayıp öldüresiye döver ve yarı ölü halde bırakır.
Sufi kendi kendine, “ben sıramı savdım, siz kendinizi kollayın” diye söylenir, “beni yabancı yerine koydunuz ama ben size bu kaltabandan [namussuz, hileci] daha yabancı değildim, benim yediğimi siz de yiyeceksiniz.”
Kısaltarak tamamlayalım: Ardından sıra Alevi’ye gelir, sonra da Fakih’e. Fakih dayak yerken, “hakkın var, eline geçirmişken vur, arkadaşlarını terk edenin cezası budur” diye söylenir.
Bizim Müslüman, Hıristiyan ve Êzidi (Yezidi) olarak bilip anlattığımız, “Yezidi’yi dövdürmeyecektik” dersiyle biten hikâyenin orijinali bu.
Bölünme ve Yönetilme
Bölgemizin savaş ve işgallerle altüst olmasının uzun bir tarihi var. Bu durum, bölge ülkelerinin olumsuz iç dinamikleri kadar, onları sürekli birbirine düşürüp bir türlü toparlanmasına fırsat vermeyen Batılı büyük devletlerin kurdukları tahakkümden de kaynaklanıyor.
Tahakkümün sürekliliği, ABD ve Rusya gibi devletlerin etnisite ve inanç temelli çatışmaları sürekli kılacak şekilde rol paylaşımıyla sağlanıyor.
Onlar birbirimize düşürüyor ama biz de düşüyoruz.
Yaşadığımız bu savaş ve çatışmalar bir yönüyle de ABD ve Rusya gibi devletlerin vahşeti kadar bizim budalalıklarımızdan, bu tahakkümü sürekli kılacak şekilde birbirimizle uğraşmamızdan da kaynaklanıyor
Malcolm X, tespit ve uyarılarıyla bugüne ışık tutuyor
Ayrımcılığın kural olduğu bir ülkede bir siyah olarak gözlerini açan ve yapısal adaletsizlikle malul bir düzenin örsüyle çekici arasında siyasi bilinç kazanan bir düşünürün geçen yüzyıldan seslenişi de Mesnevi’dekiyle aynı yönde bir uyarıyı ifade ediyor.
Bundan 59 yıl önce, ertesi günü suikastla öldürülmeden önceki son akşamında Malcolm X şöyle yazıyordu: “Koloni akbabaları Afrika’yı kavgasız terk etmemeye azimlidir. Başlıca silahları hâlâ “böl ve hükmet” düsturudur.” Ve sömürgeci devletlerin stratejisine karşı uyarıyordu:
Doğu Afrika’da Afrikalılar arasında yerleştirilip beslenen kuvvetli bir anti-Asyalı duygu vardır. Aynı şekilde Batı Afrika’da kuvvetli bir anti-Arap; Arap ve Asyalıların bulunduğu yerlerde de bir anti-İslam duygusu yerleştirilmeye çalışılmıştır.
Bu düşmanlıklar, sözünü ettiğimiz toplumların kendileri tarafından başlatılmamıştır. Kendi aralarındaki böyle bir çekişme ve kavgadan kazanacakları hiçbir şey yoktur.
Bundan en çok kazançlı çıkacak olanlar, nefret edilen eski kolonicilik ve emperyalizm yerine Siyonist emelleri geçirmiş bulunanlardır.
Bu uyarı, bugünü anlamak ve hata yapmamak bakımından da çok değerli.
Aynı zamanda Türkiye’deki anti-Arap, anti-İslam, anti-Kürt veya anti-Alevi paylaşım ve mesajlarıyla sosyal medyada ve siyasette nefret üreten unsurların, bilerek veya bilmeyerek neye hizmet ettiğini anlamanın da anahtarı.
Anlamamız gereken gerçek basit aslında: Ulusal, etnik, dini ve mezhepsel kimliklerimiz üzerinden birbirimizle kavga ettiğimiz sürece bütün bir yaşadığımız coğrafyayı, Batılı demokratik devletlerin de Doğulu despotik devletlerin de aynı vahşetle saldırdığı bir kurtlar sofrası halinde tutarız.
Birbirimizi çok ezdik, birlikte çok ezildik, yıprandık ve yorulduk. Ve birbirimize karşı kazanacağımız bir şey de yok günün sonunda.
Suriye yeni bir başlangıç olsun
Göçle yaşadığımız altüst oluş, savruluş ve felaketler, bölünüp yönetilmekten kurtulmak için gerekli olan sosyo-politik çerçevenin ahlaki zemini üzerine birlikte düşünmeyi de gerekli kılıyor.
(Bu noktada şahit olduğum ilgi çekici bir örnekten kısaca söz etmek isterim. Gaziantep’te çıkan ve bölgenin Müslüman, Hıristiyan, Sünni, Alevi, Kürt, Süryani tüm renklerine açık olan İşrak Gazetesi örneği. Küçük bir yayın organının beraberlik için uzlaştığı şu prensipler, daha geniş ölçekte bir mutabakat için de yol gösterici olabilecek bir duyarlılığı yansıtıyor: “Herkesin beş emniyeti, dili, dini, aklı, nesli, canı, malı korunacak; yüz yıl önce burada hukuku olanların hukukuna saygı duyulacak ve hiçbir emperyalist başkentle devletimiz aleyhine iş birliği yapılmayacak. Gerisi serbest.”)
Hiçbir kimliği düşmanlaştırmamak, ilkesizlik yapıp birbirimiz aleyhine bu devletlerle iş birliği yapmamak ve kimseyi geride bırakmamak. Bu hem ahlaklı hem de basiretli (öngörülü) siyasetin gereği.
Suriye’nin yeniden kuruluşunda da bütün bir bölgeyle ilgili olarak da gözetmemiz gereken ilke bu olmalı. Nusayri, Alevi, Şii, Sünni, Kürt veya Êzidi kimseyi dışlamamak, sayısı az-çok demeden herkesin hukukunu korumak ve herkesi yeniden inşa sürecinin içine katmak için çaba sarf etmek gerek.
O zaman ABD’nin de İsrail’in de Rusya’nın da bizi sırayla “sevmek” yerine, kartlarını daha açık oynadıklarını göreceğiz. Ama o zaman daha güçlü olacağız ve müdahaleye bu kadar açık olmayacağız.
Şimdi kadim bilgeliğe kulak vermenin ve onu “asrın idrakiyle” buluşturmanın zamanı. Sufiler, Fakihler ve Aleviler, yani bizler olarak.