Bekir Ağırdır, Ruşen Çakır’la söyleşirken, “Altılı masanın en büyük sorunu,” demiş, “sözü ele geçirememiş olması”. Ne kastetmiş bununla: “İktidarın çizdiği zihnî sınırlar içinde siyaset üretmeye çalışıyor…”
Hakkında bir fikrimiz var mı ya da merak ediyor muyuz, neymiş bu “zihnî sınırlar”?
Sanıyorum bolca fikrimiz var. Ağırdır, mümkün ve mâkûl tariflerden biriyle açıklamış: “Türkiye’de ideolojik ve zihnî bir eşik var. Bu da devletin bekâsı meselesi. Türk kimliğinin en önemli unsurlarından biri devlet algısı. (…) Bütün hayat bunun üzerine kurulduğu için 2013’ten [beri] bunları yaşıyoruz. Bu ekonomik yapıyı, gençlerin karamsarlığını toplumun bekâsı olarak görmeyecek miyiz? Türkiye’nin sorunu bu zihnî devrimi yapmak. Altılı Masa henüz sözü ele geçiremedi. O yüzden bir tuzağı atlatsa da başkasına düşüyor.”
İLHAM ALİYEV DEMOKRASİSİ
Açıkçası, Ağırdır’ın ifadesi, nezaket dozu nedeniyle, işaret ettiği hayatî gerçeğin görülmesini güçleştiriyor. Özellikle “tuzağa düşme” tâbiri bana yanıltıcı görünüyor. Böyle tarif etmek gerçeği örtüyor. İyi niyetli fakat eksik gören, yanlış yapan birilerinin halini anlatıyor, “tuzağa düşme” deyimi. Oysa, belki arada sırada tuzağa da düşüyordur, ama Altılı Masa’da vücut bulan muhalefetin esasen bir yere düştüğü yok. Çoktan düşülmüş yerde iktidarla birlikte bulunuyorlar. Buradan birkaç adım uzaklaşsalar başlarına iş gelip gelmeyeceğini cesaret gösterip öğrenmeye çalışan CHP genel başkanı bile, savaşta öldürdüğü düşman askerlerinin miğferleriyle -çağrışımsal- “kelle sergisi” açıp önünde poz veren bir diktatörün karşısında esas duruşa geçiverdi, başka Altılı Masa elemanlarıyla birlikte. “Ermenistan provokasyonu” üfürmesinin eğriliğini doğruluğunu beş dakika araştırmadan. İlham Aliyev’e, yaptığı meşru mudur, söylediği doğru mudur, anlamaya bile görmeksizin arka çıkacak ölçüde sempatiyle bakan bir “güçlendirilmiş parlamenter sistem” hareketi olabilir mi? “Yok, biz Azeri kardeşlerimize sahip çıkıyoruz” falan denecekse, önce aynı adamın hoşlanmadığı “Azeri kardeşleriniz”e neler yaptığına neden takılmadığınızı sorabiliriz. Sonra da, savaşı Ermenistan topraklarına taşımasının meşru sebeplere dayanıp dayanmadığına sizin niye takılmadığınızı. Böylece geliriz, bu topraklarda çok canlıyı cansız bırakan milliyetçilik meselesine. Orada hak-hukuk gözetmeyen, burada mı gözetecek? Gözetmemenin gerekçesi de “doğal” milliyetçi tepki mi olacak? Hak-hukuk gözetmemenin ırkçı-milliyetçi versiyonu hiçbir zaman SİHA’da durduğu gibi durmaz. Orada gözetilmeyen burada da gözetilmez. Nitekim…
Suriye’ye geçelim. Bu ülkeye orduyla girilmesinden, orada silahlı Suriye muhalefetinin -ki “parlamenter sistem”in adını bile duymak istemeyenlerin hakimiyetindedir- koruyuculuğunun üstlenilmesinden, toprak işgal edilmesinden, ilhakvârî uygulamaların sistematik olarak genişletilmesinden, Suriye’de ordu beslenmesinden, yarın öbür gün ne yapacakları belirsiz militanların eğitilip donatılmasından, onlara maaş verilmesinden, Suriye Kürtlerini düşmanlaştırdıkça düşmanlaştırmaya yol açan hamlelerin ardarda dizilmesinden rahatsız mıdır Altılı Masa muhalefeti? Aralarında rahatsız olan varsa, samimi, kararlı, istikrarlı olarak, yüksek sesle dile getiriyor mu bu rahatsızlığını? Bu kadar hayatî konuda, arasıra “bu da böyle olmasın” denmesinden sözetmiyorum. Kezâ, muazzam harcamalar pahasına sürdürülen, tamamen askerî Kuzey Irak politikasına, en azından meselenin bu yolla halledilemeyeceğini içeren itirazı var mı orada kimsenin? Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne “yiyecek ekmek bulamazlar” postası konurken de ilgili hiç kimseden “öyle de demeyelim, ayıptır” minikliğinde bile itiraz duymamıştık.
Hiç de savaş tutkunu biri gibi gözükmeyen, aksine, kendisine “Gandi” lakabı yakıştırılan Kemal Kılıçdaroğlu, Yunanistan’la çıkarılmaya çalışılan maraza konusunda Tayyip Erdoğan’ı -mealen- şöyle eleştiriyor: “Bir gece ansızın gelebiliriz, diyorsun, ama hepsi lafta! Gelirim diyorsan gideceksin.” Yani iktidarla muhalefetin Yunanistan, Ege politikası vs. alanında nasıl bir farklı tutumu varmış? Var mıymış?
SEDAT BUCAK ADALETİ
İçeriye dönelim. İYİP’in tepe kadrosu başka yere giderken kazara tuzağa veya başka bir çukura düşüp de kendini Sedat Bucak’ın özel ordusuyla korunan arazisinde bulmadı. Sedat Bucak’ı ve temsil ettiği her şeyi içerecek bir “güçlendirilmiş parlamenter sistem” neye benzeyecek? Altılı Masa içinden birileri, “Ama bunu kabul edemeyiz, Meral Hanım,” diyor mudur, diyecek midir? Şöyle sorarsam her şey daha bariz anlaşılacak: Der mi? Oğlunun kemikleri torba içinde kutuyla Kürt babanın eline tutuşturulduğunda bu insanlık dışı uygulamaya ses çıkarmayı aklından geçiren kaç kişi var, meşhur Masa’da? Genel olarak Kürt sorununda, nedir Altılı Masa’yı iktidardakilerden ayırt edip farklı yere koyan? Hangi görüşleri veya tavırları? Beş-altı milyon oy alan, Meclis’e üçüncü parti olarak girebilen HDP’nin hemen bütün yönetici kadrolarının, yerlerine gelenlerin, onların yerine gelenlerin… abuk subuk, yüz kızartıcı bahaneler bulunup hapse atılması, bileğinin hakkıyla, oyla elde ettiği belediyelerin birer birer elinden alınması, Altılı Masa için dertlenilecek husus mudur, yoksa efendim güvenlik bakımından falan gerekli görülen tedbir midir? Sırf kudret sahipleri istedi diye birilerinin hayatının karartılmayacağına dair bize hangi güvenceyi veriyor, Altılı Masa muhalefeti? Vermiyor güvence falan. Veremiyor. Bu yüzden ceset parçaları babanın kucağına kutu içinde tutuşturulabilir, belediyeler “Kürt partisi”nin elinden alınabilir, “Kürt partisi” vebalı, Kovit’li gibi bir şeydir, yanına yaklaşılmaz, görüşülmez, vesaire… Aysel Tuğluk’un annesinin cenazesinin kabirden çıkarılıp götürülmesine yol açan feci rezillik karşısında kim ne dedi, ne yaptı? Buna ses çıkarınca da mı “terörün amaçlarına hizmet eder nitelikte” tutum takınılmış olacaktı?
SINIR DEĞİL BÜTÜN BİNA
Nezaket örtüsünü kaldırınca, o halde, şu gerçekle karşılaşıyoruz: Altılı Masa muhalefeti, en azından büyük bölümü, iktidardakilerle sadece aynı zihnî sınırları değil, bütünüyle aynı zihin yapısını paylaşıyor. Hem bilginin alınması, işlenmesi, yani yöntem bakımından hem hangi bilginin alınacağının, bilgi sayılacağının, işleme sokulacağının seçilmesi -yani hangi bilgilerin bilgiden sayılmayıp devre dışı bırakılacağının belirlenmesi-, yani muhteva bakımından. Ki, burada da temel yöntemsel sorun var: Üzerine bilumum temel kabullerin, varsayımların, uydurma anlatıların kurulacağı resmî gerçeğin var edilmesini ve titizlikle korunmasını “devletin kuruluş felsefesi”nin asal maddelerinden biri kılmak. Bundan da Türkiye siyasî âleminin girip çıktığı istisnasız bütün evrelerde geçerli bir devlet pratiği doğuyor: Kültürel -toplumsal anlamda “zihnî”- alanı resmî anlatıya zarar verebilecek her bütünlüklü yaklaşımın veya her tekil fikrin, hattâ her soru ve her türlü sorgulamanın toplum hayatı dışında bırakılmasını garanti altına alacak yaptırımlarla donatmak.
“Hakikat” üzerindeki hegemonya, bizim ülkemizde en az devletin şiddet tekeli kadar asal kurucu-sürdürücü güç. Hegemonya altındaki hakikatin neye benzemesi gerektiği konusunda da Türkiye siyasetinin her köşesinde muhteşem bir uyum var. Merkezin özelliği olması beklenen bu uyumun gerçek derinliğini ve boyutlarını, merkeze uzak, beklenmedik yerden gelen “kuruluş felsefesine sahip çıkıyoruz” deklarasyonlarıyla idrak edebiliyoruz.
Oysa Türkiye’de asgarî seviyede haysiyetli bir hayat sürebilmemiz, vatandaş kimliği taşıyabilmemiz, özgürlük nedir, ucundan da olsa tatmamız, adalet nedir, bir lokma almamız için, herkesin kendini beğendirme ümidiyle doluştuğu vitrinin kepengini indirmek, orayı tahliye etmek lazım. Ağırdır’ın “zihnî devrim” dediği işlem. Başka yerde buluşulabilecekse önce oradan çıkmak gerekiyor.
Kemal Kılıçdaroğlu, partisinin taşlaşmış köklerini temizlettirerek, dallarını sağlıklı şekilde budatmayı amaçlıyor gibi. Böyle bir izlenimi yaratabilmesi bile cesaret işi. Ama elleri kolları bağlayan “zihnî sınır” öylesine sağlam, yerleşik ve ne yazık ki, zihnî olmanın ötesinde, daha derinlere uzanan bir akamet kaynağı ki, yerleşik siyaset âleminin yalnız beylik unsurlarını değil, bu âleme katılmaya niyetlenenleri de aynı yerde toplayıveriyor.
Dediğim gibi, Ağırdır nezaket “sınır”ları içinde ifade etmiş, lâkin nâçiz köşeyazarınız bunu beceremiyor: Bahsedilen “zihnî sınır”ların içinde katliamlar, darbeler, idamlar, faili meçhul cinayetler, gözaltında kayıplar, silahlandırılıp halkın üzerine salınan paramiliter kuvvetler, işkenceler, hapisler, kendi hukukuna uymayan devlet, kendi hukukunu hiçe sayan yargı, tapınılan militarizm, gasplar, ayrımcılık, ırkçılık, işçi düşmanlığı, her cinsten yabancı düşmanlığı ve başka bin türlü belayı “doğal”laştıran, meşrulaştıran canavarlar ve uyuşturucular var. Bunlarla dolu yerden ne demokrasi çıkar ne -güçlendirilmemişine de razıyız desek bile- sahici parlamenter sistem.
Bu şartlarda “zihnî devrim” istemişiz, çok mu?