Mustafa Kaya yazdı;
Tarihi süreç içinde gelişmekte olan veya geri kalmış ülkelerin hepsinde az veya çok maddi-manevi dış saldırılara açık olma durumu mutlaka önemli bir tartışma alanı olagelmiştir. Ayrıca gelişmiş ülkelerin de güçlü oldukları sosyal ve siyasi alanlardaki özelliklerinin zaman zaman dış aktörlerin saldırısına maruz kaldıklarına dair bir inanç da oluşmuş durumdadır.
Örneğin Soğuk Savaş döneminde Amerika Birleşik Devletleri’nin ( ABD) maruz kaldığı propaganda daha sonra 11 Eylül 2001 saldırıları ile fiziki hale gelmiş ve 2016 başkanlık seçimlerinde de siber saldırılar olduğu iddia edilmiştir. Aslında seçim sistemine müdahale edilmediği sonradan ortaya çıksa da o dönemde Amerikan siyasetçileri hep bir “dış müdahale” ve saldırılardan bahsetmiş ve toplumun çeşitli yollarla kutuplaştırılmaya çalışıldığını iddia etmişlerdir. Burada yeri gelmişken 1975 yılında Steven Spielberg’in yönettiği meşhur Jaws (Köpekbalıkları) filminin Amerikan halkının bilinçaltına hitap eden bir film olarak siyasi literatüre girdiğini belirtmek gerekir. Belki dışarıdan masum bir gerilim senaryosu olarak görülse de herkesten uzak ve güvende olunduğu sanılsa da Amerikalıların zihin dünyasına ABD’nin bir gün yabancı düşmanların saldırısına uğrayacağı fikri bu film gibi filmlerle işlenmiştir. Nitekim 11 Eylül olayları da bu kehaneti gerçekleştirmiştir. Sanki Amerikan halkı gayet masum bir şekilde, kendi halinde yaşarken dünyanın geri kalanına her türlü zulmü reva görmemiş gibi saldırıya uğramıştır. Kurgu mu, gerçek mi tartışmaları ABD’de bile halen devam eden bu saldırılarda olan o kulelerde hayatını kaybeden insanlara olmuştur. Zaten Köpekbalıkları filminde de deniz hayvanları kendi yaşam alanlarına müdahale edilmedikçe insanlara saldırmamaktadır. Ancak Amerikalılar konunun bu tarafına değil de doğrudan köpekbalıklarının saldırıları üzerinden bir savunma içine girmişlerdir.
Dış tehdit algısı ile başka ülkelerden örnekler de vardır. Mesela Avustralya devleti de benzer şekilde Çin’in kendi iç siyasetine demokratik yapısına bazen eğitim bazen sağlık ama çoğu zaman da etnik gruplar üzerinden ajanlık faaliyetleri yürüttüğünü iddia etmektedir. Yine benzer şekilde Kanada devleti de demokrasisinin ve seçim sistemlerinin saldırıya uğrayabileceği savıyla, yüksek miktarlarda masraflar yaparak bu olası saldırıları karşılamak için tedbirler almaktadır. Avrupa Birliği (AB) ise “dış”, “yabancı” veya “üçüncü ülkelerden” gelebilecek casusluk, mali sistemlerine müdahale, stratejik ekonomik üretimleri ile demokratik sistemlerine saldırı ihtimalini hep canlı tutmaktadır. Birliğin parçalanması veya istikrarsızlığa itilmesinin hep bir tehlike ve tehdit olarak mevcut olduğu tekrarlanan bir söylemdir. Yani, özet olarak gelişmiş Batı ülkelerinde demokrasilerinin değerli bir varlık olduğu ve ona her zaman bir saldırı olmasa da en azından bir müdahale olabileceği ihtimalinin hep mümkün olduğu algısı ile hareket edilmektedir.
Bununla birlikte her devletin sahip olduğu ve değerli olarak gördüğü varlıklarını korumaya çalışması gayet normaldir. Ülkemiz üzerinden değerlendirme yapacak olursak, dış güçlerin onlarda olmayıp bizde olan kıymetli bir şeyi tamamen ele geçiremeseler de en azından sarsmaya çalışmaları elbette çekinilecek bir durumdur. Bunun yanında Türkiye’de uzun yıllardan beri dış politikanın iç siyasette seçmenleri ikna aracı olarak kullanıldığı da bilinmektedir. İç siyasete yönelik siyasi propaganda, dışarıdan bizi kıskananlar ve ülkemize zarar vermek isteyen düşmanlarla dolu olduğu algısı zaman zaman istenilen sonuçların elde edilmesini de sağlamaktadır.
Gelişmiş demokratik ülkelerin aksine bizim demokrasimiz doğrudan hedef alınmamakta ama kimi yatırımlarımız ve bazı kendimize has özelliklerimiz herkes tarafından “kıskanılmaktadır”. Ama en çok ve en sık olarak ülkemiz ekonomisinin sarsıntıya uğradığı her durumda mutlaka bir “dış güçler saldırısı” söz konusudur. Mesela eski ABD Başkanı Donald Trump’ın Türkiye ekonomisi ile ilgili sosyal medya paylaşımları bunun delili olarak takdim edilir ama bazı kişiler bu nasıl güçlü bir ekonomi ki, bir tweet ile sarsılıyor sorusunu sormayı akıl etmemektedir. Böylece bu türden örneklerle ekonomik göstergelerdeki her başarısızlığın arkasında mutlaka bir yabancı müdahalenin olduğuna toplum inandırılmaya çalışılmaktadır. Ülkede meydana gelen her olumsuz hadise için dış güçlerin suçlanması bir dönem için halkı ikna edebilir ama bu söylemin sürekli tekrar edilmesi insanları gittikçe bıktıracaktır. Nitekim son zamanlarda bu türden açıklamaların etki alanı gittikçe azalmakta ve insanlar bunları iç siyasete mesaj olarak değerlendirmektedir.
Elbette her ülke kendi menfaatleri doğrultusunda bir dış siyaset izleyecek ve bazılarının ekonomik ve askeri alanlarda gelişmesini “kıskanıp” istemeyecektir. Uluslararası ilişkiler açısından bu anlaşılabilir bir şeydir. Türkiye gibi her yönüyle önemli bir ülkenin de kimi ülkelerin ve istihbarat örgütlerinin hedefinde olması da öngörülebilir bir durumdur. Kaldı ki Türkiye, bu coğrafya bin yıldır her zaman bu tür tehditlerin hedefinde olmuştur. Bu noktada asıl yapılması gerekenler; her açıdan gelişmek, diğerlerine karşı rekabet gücünü artırmak ve tehdit edenleri caydırıcı bir altyapıya sahip olmaktır. Bu arada hep söylediğimiz bir şey var; iç barışını koruyamayan hiçbir ülke, dış tehditlere karşı olması gerektiği gibi güçlü olamaz. İç barış her şeyin önünde gelir.
Sonuç olarak bir tweetin, bir açıklamanın, dışarıdaki bir gelişmenin döviz piyasalarını, ekonomiyi alt-üst ettiği bir ülkede bir yerlerde önemli sorunlar birikmiş demektir. Akıl sahipleri ve kendisini bu gidişattan sorumlu hisseden herkes, öncelikle ülkemizin “saldırı” veya müdahalelere bu kadar açık bir hedef haline gelmesini/getirilebilmesini sorgulamalıdır.