İlkokulda, ortaokulda, lisede, sınıfın bir mümessili olurdu. Bir müddet mümessil dedik, sonra başkan demeye başladık.
Teneffüs zili çalar. Sonra teneffüsün bittiğini, sınıfa girip, yerine oturup öğretmeni bekleme zamanının geldiğini anlatan ikinci bir zil çalar.
Herkes sınıfa gelir ama, herkes uslu uslu beklemez öğretmeni.
Bazıları yanındaki arkadaşıyla gevezelik eder. Bazıları itişir kakışır, bazıları bağırır, bazıları didişir.
Mümessilin vazifesi tam orada başlar.
Kara tahtaya tebeşirle ‘konuşanlar’ diye bir başlık atar mümessil.
Sıkıcı bir şey isminin o listeye yazılması.
‘Konuşanlar.’
Öğretmen geldiğinde belki çağıracak, isimleri (veya numaraları) tahtaya yazılanları.
Belki paylayacak.
Konuşanlar.
Falan, filan ve filan...
Bazıları numarasını sildirmek için ellerini kavuşturup susar.
Bazı öğrenmenler hoşlanır böyle işlerden.
Bir ‘ispiyon’ olsun yeter ki hemen üstüne atlarlar.
Gel bakayım oğlum, veya kızım, niye konuştun?
“Ben konuşmadım öğretmenim, Fatma silgi istedi ona silgi verdim” gibi etkisiz bir savunma...
Halbuki bırak konuşsun çocuklar, ne var?
Sınıfta iki kahkaha fazladan atılsın.
İki çocuk, iki dakika mutlu olsun.
Kavga, küfür olmadıktan sonra, kime ne zararı olur konuşmanın?
Şehir Üniversitesinin kapatılma kararı resmi gazeteden ilan edildiği zaman, bizim sivil toplumdaki sessizliği görünce, mütehassis oldum.
Sivil toplumun yanı sıra, akademik dünya da “Yahu, üniversite kapatmak çok makbul bir şey değil” anlamına gelebilecek cılız, süklüm püklüm bir açıklama bile yapmadı.
Birkaç muhalif siyasetçi iki kelam etmese olaydan haberi bile olmayacaktı çoğumuzun.
Ne kadar terbiyeliyiz, ne kadar usluyuz.
Mümessil numaramızı tahtaya yazar diye çıt çıkarmıyoruz.
Sadece üniversitenin kapatılması konusunda değil, her durumda böyleyiz.
Bildiğimiz bütün doğrulardan vazgeçebiliriz.
Hikmeti meçhul olan bütün fiillere, bütün fikirlere hikmet inşa edebiliriz.
Devletimiz bir konuda kanaat belirttiği zaman veya bir teşebbüste bulunduğu zaman, hepimiz, kendimizi o kanaate göre hizalamaya hazırız.
İstemeyerek, diyemem buna.
İçimizdeki mümessil, bizi hızla büyüklerimizin her türlü kanaatine baş sallayacak kıvama getiriyor.
Baş sallamakla yetinsek iyiydi yine.
Parmak sallıyoruz, kazara sesini çıkaran olursa.
Biz, böyleyiz artık.
Sivil toplumumuz, tatlı su sivili.
Ulemamız, tatlı su alimi.
Rahat olun. Hal ve gidiş güzel. Hiçbir mümessil adınızı tahtaya yazmayacak.
***
Bütün bu genellemeleri bir ‘çocuk’ bozdu.
Evet, yaşı bizden büyük, ağabeyimiz, ama çocuk.
(Merak etmeyin, o, kendisine ‘çocuk’ denilmesinden müşteki olmaz.)
Mustafa Ruhi Şirin. Şair ve Çocuk Vakfı’nın kurucu başkanı.
30 Haziran 2020 tarihli yazılı açıklamasını, gözden kaçırmış olanlar için buraya alıyorum.
Kaçırmış olabilirsiniz çünkü medyamız da hoşlanmıyor böyle açıklamalardan.
Dedim ya, kimse adının tahtaya yazılmasını istemiyor.
“Dün kapatılan İstanbul Şehir Üniversitesi haberiyle güne başlarken altmışbeş yıllık ömrümde ilk defa bu kadar çok korktum ve ülkem için endişeye kapıldım!. Ne kalan aklım ne de dünyanın bütün dillerindeki kelimeler yeterli değil bu büyük korkumu açıklamaya. Eminim, Ezop yaşasaydı ve bu kadar büyük bir “düzmece masal”la üniversite kapatıldığını duysaydı fabl anlatmaktan vazgeçerdi!.
“Bir üniversite kurma hayalini gerçekleştiren Bilim ve Sanat Vakfı’nı ve yedi bir öğrencisini korkmuş kalbimle selamlıyorum.
“Fakaat asla ümitsiz değilim: Doğmuş ve doğacak çocuklarımız büyüyecek ve yeniden yazacaklar aklın aydınlığında kardeşliğin, barışın ve esenliğin tarihini.”