Dünyevi anlamıyla kullanıldığında belki de tarihin en tartışmalı, en korkunç kelimelerinin başında gelir, itaat.
Tarihte çok az kelime bu derece kanlı bir geçmişe sahiptir.
Nerede politikacılar tarafından ?itaatin? kutsal bir gereklilik olduğu yüksek sesle dillendirilmişse, orada bu sesi çarmıhlar,giyotinler, kuyular ve darağaçları izlemiştir.
Protestan lider Calvin´in Cenevre´deki dikta yönetiminde de, aynı döneme rastlayan Anadolu´daki Celali İsyanlarında da meselenin özü, itaat veya itaatsizliktir...
Mutlakiyetçi devletlerin, tüm tiranlıkların, zorbalıklarını motive eden çelikten bir parolaları vardır: İtaat?
Geçmişin sayısız hükümdarları, Tanrısal bir görevle vazifelendirilmiş kimseler olarak tanımlamışlardır kendilerini. Mesela, Roma İmparatoru Justinianus, kanlı imzasını ?Tanrı´nın yeryüzündeki gölgesi? olarak atmıştır. Japon imparatorları toplumu, bayraklarında simgelenen o kutsal güneşin ?oğlu? olarak yönetmişlerdir. Emevi ve Abbasi dönemlerinden beri Müslümanların devlet yönetiminde şu tabire çok sık rastlanır: Zillullahı Fil Ardh/ Allah´ın yeryüzündeki gölgesi.?
Bu, Osmanlı Sultanlarının da kullandığı debdebeli unvandanlardan yalnızca biridir.
(Halbuki, Raşit Halifeler kendilerini sadece Resulullahın (AS) halifesi olarak lanse etmişlerdi.)
Hükümdarlar bu ifadeyi kendi meşruiyetlerinin kaynağını göstermek amacıyla, hem başka devletlere hem de kendi tebaalarına karşı kullanmışlardır. Bu ifadelerle iktidarlarını, sorgulanamaz ve delinemez bir siyasal zırhla kaplamışlardır. İktidarlarını yasaların üzerinde tevehhüm etmişlerdir. Bu nedenle, bu tarz yönetimlerde en küçük bir itaatsizlik, hatta itaatsizlik ihtimali bile, en katı bir biçimde cezalandırılmıştır. Çünkü bu görüşe göre itaatsizlik, hükümdarın şahsında ?Tanrı´ya? yapılmaktadır ve bunun diyeti, tartışmasız ölümdür?
Bununla ilgili sayısız örnek, sayısız isyan hadisesi ve savaş yaşanmıştır tarihte.
****
?Tanrı´mı yoksa Kral mı itaate daha layıktır??
1579´da, Philippe Duplessis Mornay bu soruyu, Avrupa´nın göbeğinde, giyotinin parıltısı gözleri kamaştırırken sorma cesaretini göstermiştir. İmam´ı Azam´ın Emevi ve Abbasi iktidarlarının itaat taleplerine yönelttiği eleştirinin bir benzeridir bu soru ve üzerinden yüzyıllar geçmesine rağmen güncelliğini korumaktadır.
Biz de bu itaat tartışması Osmanlı ile başlamadığı gibi Cumhuriyetle de bitmemiştir.
Osmanlı´da söz konusu unvanlarla Allah´a izafe edilen yönetim meşruiyetinin yerine Cumhuriyette, hemen hemen aynı kapıya çıkan mistik bir ?halk? anlayışı konulmuştur. Bir tarafta iktidarın sürdürülebilmesi için din, diğer yanda da güya ?halk egemenliği? kullanılmıştır. İktidar ve ideolojisi yasaların da üzerine çıkarılmıştır.
****
Harran üniversitesi rektörünün sandık içinde saklanan bir silah gibi yeniden ortaya çıkarttığı ve birkaç gündür tartışılan ?itaat ve farz? silahının böyle bir özgeçmişi var maalesef. İlginç olan, bu tatsız söylemi Kemalistlerin de eleştiriyor olması. ?Cumhurbaşkanına itaat? söylemini bir problem olarak görüp kınayan Kemalistler, Cumhuriyet tarihi boyunca Atatürk ilkelerini alternatifsiz bir doktrin olarak kitleye dayattılar. Devleti ve toplumu, halka rağmen, bu kaskatı ilkeler çerçevesinde, gerektiğinde cebri yöntemler de kullanarak şekillendirmekte bir beis görmediler. Hala Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlılığı tek meşru vatandaşlık perspektifi olarak topluma dayatıyorlar. ?Cumhurbaşkanına itaati? zemmederken insanları Kemalizm´in yasalar üstü ilkelerine itaate etmemekle, ona vefasızlık etmekle, adeta kutsal bir kanunu çiğnemekle itham ediyorlar. Yöntem ve söylem olarak yaptıklarının, siyasi erki kutsayan rektörün sergilediği tutumdan hiçbir farkı yok? İki görüş de, iktidara yasalar üstü bir bağlılık zemini oluşturmayı amaçlıyor. Din ve mitos bunun için kullanılıyor? Çünkü hemen hemen tüm iktidar biçimleri, yapıları gereği, kitlenin yalnızca aklı üzerinde değil duyguları üzerinde de egemen olmayı amaçlamışlardır. Rektörün kullandığı ?farz? ifadesinin varoluş nedeni budur.
Bu nedenle iki yaklaşımın da tarafımızdan kabul görmesi mümkün değil?
Çünkü itaati böyle anlamıyoruz.
****
Buna itiraz edenler olabilir. Şunu bilmek gerekir ki Kur´an da geçen ve itaat edilmesi istenen ?Ulul emr? nitelendirmesi, İmam´ı Maturidi tarafından ulemaolarak tevil ediliyor. Ayrıca söz konusu itaat, ?Allah´ın kitabına uygun davranılma? koşuluna bağlanıyor. (Te´vilatu-l Kur´an c.3 sf. 293) Yani koşulsuz itaat söz konusu değil.Dinin özgürleştirici tutumu burada apaçık görünüyor.İslam öncelikle kişilere, (ulema da olsa) kurumlara değil, dinin temel ilkelerine bağlılığı esas kabul ediyor. Sadece yönetilenleri değil, yönetenleri de aynı yasa/ilkelerle denetim altına alıyor. Bir anlamda yasaların egemenliğini zorunlu kılıyor. Çünkü yasaların ve yasalara bağlılığın egemen olduğu, tabiri caizse rasyonel bir yönetim modeli öngörülüyor.
Yanılıp hataya düştüğünde ne yapacaklarını soran Hz. Ömer´e eğri kılıçlarını gösteren sahabelerin dayanak noktası da bu zaten. Halifeye değil, onu da çevreleyen yasalara bağlılık? Muhammed Hamidullah, bizzat Hz. Peygamberin (AS) aleyhine şikayetleri içeren ve bazısı gayrimüslimler tarafından açılmış ona yakın davadan bahsediyor mesela (İslam Peygamberi-sf. 772). Raşit halifelerin hemen hepsi sıradan bir vatandaş gibi mahkeme huzuruna çağrılabiliyor. Bütün bunların kavramsal anlamı, hakkaniyete dayalı yasaların- bizzat Peygamberin (AS) kendisi de dahil- herkes için bağlayıcı olması ve ?itaatin? ancak bu yasalara uygun davranılması halinde söz konusu olmasıdır.