Mehmet Metiner dürüstçe açıklamıştı:
“Kendi adıma itirafta bulunuyorum, yanlış yaptık. Evet diyenlerin çoğu neye oy verdiklerini bilmeden el kaldırdı. Milletvekilleri sırf parti grup başkanvekilleri el kaldırdıkları için el kaldırdı. Partilerin grup yönetimleri kendi aralarında anlaşmış olmalılar ki o anda bulunanların onayıyla kabul edildi geçti.”
Karar’da 8 Mayıs 2020 tarihli “Bilmeden el kaldırınca” başlıklı yazımda bu konuyu değerlendirmiştim. Metiner İstanbul Sözleşmesi’nden söz ediyordu.
Bu yazıya oturduğumda yeniden baktım İstanbul Sözleşmesi’nin tam metnine. 30 sayfalık bir metin bu. 80 madde var ve her maddenin onlarca alt paragrafı var.
Aklıma gelen soruyu paylaşayım: Acaba “DEVLET”te kaç kişi okudu bu metni imzalanmadan önce ya da kim okudu?
Milletvekillerinin okumadığı anlaşılıyor. Partilerde sözleşme metnine yönelik bir inceleme heyeti oluşturulmuş mudur? Başbakan’ın okumaya vaktinin olmayacağı kolayca tahmin edilebilir. Dönemin Aile Bakanı, Dışişleri Bakanı, Adalet Bakanı bizzat okumuş mudur yoksa bir heyete havale mi edilmiştir?
Bir bakanın, bir siyasinin okuması yeterli midir, yoksa bir sosyal bilim heyetine tetkik ettirmek mi gerekiyor?
Aileyi, kadını, erkeği, şiddeti, devlet gücünü, hukuku ilgilendiren ve peşine yasal düzenlemelerin takıldığı çok kapsamlı uluslararası bir sözleşme bu. Feshi, değiştirilmesi dahi uluslararası münasebetleri etkileyecek olan bir sözleşme.
Her şeyden önce felsefi zemini olan bir sözleşme. Kadını, erkeği, cinselliği yeniden tanımlayan ve onun üzerine bir toplum profili çıkaran, bir toplumsal gelecek tasarımı ortaya koyan bir metin. “Şiddet” sonucunu önlemeye yönelik bir metin mi, yoksa tüm insan varlığına yönelik yeni bir yorumu güdüleme girişimi mi?
Bu soruları neden sorma ihtiyacı hissediyoruz?
Birilerimiz üzerine kapanıyor Sözleşme’nin. Sanki kutsal metin. Sanki naslar bütünü. Sanki tek maddesine dokunulamaz gibi bir yaklaşım sergileniyor. Sözleşmeye yönelik eleştiriler gelip “muhafazakâr bağnazlık” suçlamasının girdabında boğuluyor.
İmzalandıktan bu yana 9 yıl geçmiş, bir takım kanunlar çıkarılmış, onun sonuçları görülmüş, “aile içi şiddet”, “kadına yönelik şiddet”, “aile yapısı” alanlarında yeni değerlendirmeler yapılmasını gerektirecek göstergeler ortaya çıkmış.
Diyelim Avrupa – Batı toplumları ile farklılıklarımız var, orada bile uzun tartışmalar sonucu yasal hale gelen kimi davranışların -kaldı ki halen oralarda bile tartışma bitmiş değil- bizim ülkemizde farklı bir hassasiyet ortaya konmasından daha tabii ne olabilir.
Hem şiddetin her türlüsünü ortadan kaldırmak hem de toplum hassasiyetlerini göz ardı etmemek gibi bir yaklaşım neden sergilenmesin?
Oturulsun, kadını, erkeği, çocuğu, aileyi, sorunları, çözümleri…. enine boyuna irdeleyen bir çalışma yapılsın. Kadın örgütleri de katılsın, tıp insanları da, sosyal bilim insanları da, hukukçular da, ekonomistler de, din adamları da, siyasetçiler de…. “Biz”e has bir çerçeve çıkarsınlar. Evet “Şiddete sıfır tolerans” ilk madde olsun.
Olmaz mı “Bize has” olmaz mı? Biz başaramaz mıyız? Bizim genlerimizde bozukluk mu var?
Belçika’da iki bakan eşcinsel evlilik yaptı. Amerika’da aileler duman olmuş. Kadınlar, üç-beş kocadan ya da partnerden arta kalan çocuklarını sırtında taşımak zorunda kalarak hayatın en mağdur insanları. “Cinsel özgürlüğün limitsiz yaşandığı” Amerika’da Başkanlığa kadar gelmiş Clinton diye birisi sekreterine sarkıntılıktan mahkûm olmuş. İsrail devlet başkanı (eski) Moşe Katsav aynı şekilde sarkıntılık mahkûmu. Batı toplumları ailenin bitmesinden, yeni doğum olmamasından, nüfusun yaşlanmasından rahatsız. “Çocuk anne” problemi yıllar öncesinden gündeme girmiş.
Türkiye henüz bu boyutta sapmalar yaşamıyor. Belki de bu topraklarda bulacağınız çözüm, küresel problem için çıkış yolu olacak.
Batı’nın kadın - aile - cinsellik standartları kesinlikle küresel bir değer olacak nitelikte değil. Aksine o yolda ilerleyişin insani manada bir duvara toslama sonucu doğuracağı kesin. Bu tehlike görülüyor ve “nasıl önleriz?” sorusuna cevap aranıyor.
Biraz Batı’da bu alanlarda yaşanan tartışmalarına kulak kabartanlar sınırsız liberal yönelişlerin “Tarihin sonu” olarak görülmediğini göreceklerdir. Nitekim Fukuyama bile “Tarihin sonu”ndan sonra liberal toplumlarda “Ruh arayışı”na girmişti.
İstanbul Sözleşmesi’ne yönelik eleştirileri tepedenci bir üslupla “muhafazakâr bağnazlık” diye suçlayanların “Dokundurtmayız” üslubunda Sözleşme üzerine kapanan bir “muhafazakârlık” sergilemeleri de acayip bir paradoks oluşturuyor doğrusu. Herkes biraz esnesin lütfen. Kadını, erkeği, çocuğu, aileyi, toplumun geleceğini konuşuyoruz.
Şunu da iade edeyim: İstanbul Sözleşmesi çok kapsayıcı özelliğine rağmen bütün kötülüklerin anası değil. Kötülükler insanlığın ve tabii bizim kendi gidişatımızla sürüklendiğimiz mecranın adı. Önce sürüklendiğimiz mecrayı görmek durumundayız. “İnsan” gibi insan olursak hiçbir sözleşmeye gerek kalmaz. Soru: İnsanlığımız nerede kaldı, ya da nereye gitti?