Söz hakkı olmayanların sesini duyurmak

birartıbir.org’da “Söz hakkı olmayanların sesini duyurmak” başlıklı bir yazı yayınlandı. Aşağıya alıntılıyoruz.

Söz hakkı olmayanların sesini duyurmak

Geliştirdiği kavramlarla sosyoloji ve siyasette yeni ufuklar açmakla kalmadı, hak mücadelelerinde de hep ön saflarda yer aldı. Bundan 20 yıl önce, 23 Ocak’ı 24’üne bağlayan gece, 71 yaşında vefat etti. Günter Grass’la Aralık 1999’da Arte televizyonu için yaptığı sohbetten bir bölümün yanısıra Annie Ernaux, Jacques Derrida ve Jürgen Habermas’ın onun hakkındaki düşüncelerini huzurlarınıza getiriyoruz. Roll dergisinin Şubat 2002 sayısından naklen…

Pierre Bourdieu: Bir yerde, “Avrupa ya da Al­man geleneği olarak” –ki bu aynı zamanda Fransız geleneğidir– “ağzını açmak”tan söz etmiştiniz. Sendikacılarla birlikte kamusal alan­da diyalog fikri aklımıza geldiğinde, Nobel ödülü­nü alacağınızı bilemiyordum tabii ki. Bu ödülü almış olmanıza çok seviniyorum, aynı zamanda, Nobel’in sizi değiştirmemiş olduğunu, “ağzınızı açmaya” hazır olduğunuzu görmek de beni çok sevindiriyor. Birlikte “ağzımızı açmak” hoşuma gider.

 

Günter Grass: Alman geleneğini göz önünde bu­lundurursak, bir yazarla bir sosyoloğun bir araya gelmesine nispeten ender rastlanır. Bizde daha ziyade olan şudur: Filozoflar odanın bir köşesin­de toplanır, sosyologlar bir başka köşede ve iki grupla da arası soğuk olan yazarlar bodrumda buluşur. İkimizin arasındaki gibi bir iletişim istis­nai bir durumdur. Dünyanın Sefaleti (La Misère du monde, 1993) adlı kitabınızı ya da son kitabım Benim Yüzyılım’ı düşündüğümde, yaptığımız işlerde bizi bir araya getiren bir şey var: Tarihi aşağıdan bakarak anlatıyoruz. Toplu­mun tepesinden konuşmuyoruz, tarihe kazananların bakış açısıyla bakmıyoruz. Mesleğimizle, kaybedenlerin, kenarda kalanların, kıyıya itilenlerin, toplumdan dışlananların yanında yer alıyo­ruz. Dünyanın Sefaleti’ni çalışma arkadaşları­nızla birlikte, kendi bireyselliğinizi geriye çekip, her şeyi herkesten daha iyi bildiğiniz iddiasına girmeden, tamamen anlamak üzerine kurmuş­sunuz: Fransız toplumuna ve toplumsal koşulla­rına bir bakış; tabii başka ülkelere de gayet iyi denk düşebilir. Anlattığınız hikâyeler bir yazar olarak bende onlardan hammadde olarak yararlanma arzusu uyandırıyor. Örneğin, taşradan Paris’e gelen, geceleri mektupları tasnif eden genç kadın hakkındaki incelemeniz çok çarpıcı. Çalışma ortamlarının tasviri, gösterişli bir anla­tımla altı çizilmeden, toplumsal sorunları anlamamızı sağlıyor. Hayran kaldım. Toplumsal ko­şullarla ilgili böyle bir kitap keşke her ülkede ol­sa. Benim kafama takılan tek mesele şu –belki o da sosyolojinin alanına giriyordur: Bu tür bir ki­tapta hiç mizah yok. Benim hikâyelerimde bü­yük rol oynayan şeyler, örneğin başarısızlığın ko­mik yanı, bazı karşılaşmaların, peşpeşe gelen olayların absürdlüğü eksik gibi.

“Bazı anla­tıları kitaba koymaktan vazgeçtik, çünkü bunlar çok dokunaklı, insanın içine işle­yen ıstıraplı deneyimlerdi. İnsan böyle dramlarla karşı karşıya geldiğinde güzel yazma arzusuna kapılıyor. Kendi­mize koyduğumuz koşul, bu hikâyelerin olağa­nüstü, katlanılmaz şiddetini yontma­dan, cilalamadan vermekti.”

Bourdieu: Değindiğimiz tecrübelerin büyük bir kısmını siz zaten harika bir şekilde anlatıyorsu­nuz. Ancak, bu deneyimleri onları yaşamış birin­den doğrudan alan kişi bunun altında eziliyor. Büyük bir yük bu; araya mesafe koymak nere­deyse düşünülemez bir şey. Örneğin, bazı anla­tıları kitaba koymaktan vazgeçtik, çünkü bunlar çok fazla dokunaklı, insanın içine işle­yen, fazla ıstıraplı deneyimlerdi.

Grass: “Komik”ten söz ederken, trajedi ve ko­medinin karşılıklı olarak birbirlerini dışlamadıkla­rını, aralarındaki sınırın belirsiz olduğunu söyle­mek istiyorum.

Bourdieu: Çok doğru. Aslında, bizim istediği­miz, en ufak bir süslemeye gitmeden, bu absürdlüğü okuyucuların gözleri önüne brüt halde sermekti. Kendimize koyduğumuz şartlardan bi­ri, edebiyat yapmaktan kaçınmak gereğiydi. Bel­ki sizi şaşırtacağım ama, insan böyle dramlarla karşı karşıya geldiğinde bir kışkırtma oluyor, güzel yazma arzusuna kapılıyor. Kendi­mize koyduğumuz koşul, bu hikâyelerin olağa­nüstü, neredeyse katlanılmaz şiddetini yontma­dan, cilalamadan vermekti. Edebi olmak için edebi olmak istemiyorduk. Ama politik neden­ler de var: Avrupa’da, Latin Amerika’da ve pek çok ülkede geçerli olan neoliberal politikanın uyguladığı şiddetin etkisi öylesine büyük ki, saf kavramsal analizlerle bunun farkına varılama­yacağını düşünüyorduk. Eleştiriler bu politikanın ürettiği etkinin seviyesine ulaşamıyor.

7

Günter Grass

 

Grass: İkimiz de, sosyolog ve yazar olarak, Avru­pa aydınlanmasının çocuklarıyız. Sanki Avrupa aydınlanma hareketi başarısızlığa uğramış gibi, bu gelenek her yerde –Fransa’da ve Almanya’da olduğu kesin– yeniden tartışma konusu ediliyor. Yüzyıllar içinde, Aydınlanma’nın başlangıçta varo­lan pek çok veçhesi –mesela Montaigne’i düşünelim– kayboldu. Mizah da bunlardan biriydi. Voltaire’in Candide’i, Diderot’nun Jacques le Fataliste’i mesela, onlar da korkunç toplumsal ko­şulların tasvir edildiği kitaplar. Istırapta ve başarı­sızlıkta da insanoğlunun komik ve bu anlamda, muzaffer olabilme yetisinin ortaya çıkmasına en­gel değil bu durum.

Bourdieu: Evet, ama Aydınlanma geleneğini kay­betmiş olma duygusu bugün neoliberal vizyon tarafından dayatılan dünya vizyonuyla bağlantılı. Neoliberal devrimin muhafazakâr bir devrim ol­duğunu düşünüyorum –1930’lu yıllarda Almanya’daki muhafazakâr devrim anlamında. Muhafazakâr devrim çok tuhaf bir şey: Geçmişi restore eden ve kendisini ilerici olarak sunan, regresyonu, gerilemeyi ilerleme kılığına sokan bir devrim. Bu yüzden, bu regresyona karşı mücade­le edenler gerici olarak görülüyor. Teröre karşı mücadele edenler terörist olarak görülüyor. Bu ikimizin de maruz kaldığı bir şey: Gönüllü olarak arkaik muamelesi gördük…

Grass: Dinozor diyorlar bizim gibilere.

Bourdieu: Muhafazakâr devrimlerin, “ilerici” res­torasyonların gücü işte burada. Bize “eğlenceli değilsiniz” diyorlar. Ama içinde yaşadığımız dö­nem hiç de eğlenceli değil! Hakikaten, hiç değil, gülecek hiçbir şey yok.

“Pek çok ülkede geçerli olan neoliberal şiddetin etkisi öylesine büyük ki, saf kavramsal analizlerle bunun farkına varılamayacağını düşünüyorduk. Eleştiriler bu politikanın ürettiği etkinin seviyesine ulaşamıyor.”

Grass: Eğlenceli bir çağda yaşadığımızı iddia et­medim ben de. Edebi araçların uyandırdığı melûn bir gülüş de toplumsal koşullarımıza karşı bir protestodur. Bugün neoliberalizm diye pazarla­nan şey, 19. yüzyıldaki Manchester liberalizminin yöntemlerine dönüşten başka bir şey değil. 1970’li yıllarda, bütün Avrupa’da kapitalizmi sivilize etme çabası vardı. Sosyalizmin ve kapitalizmin, her iki­sinin de Aydınlanma’nın pek dikiş tutturamamış çocukları olduğu prensibinden hareket ediyor­sam da, bunların karşılıklı olarak bir kontrol işlev­leri vardı. Kapitalizm bile bazı sorumluluklara tabiydi. Almanya’da biz buna “sosyal piyasa ekonomisi” di­yorduk ve muhafazakâr partinin de dahil olduğu bir konsensüs vardı: Weimar Cumhuriyeti’nde yaşanan koşullar bir daha asla ortaya çıkma­malıydı. 1980’li yılların başında bu konsensüs bo­zuldu. Komünist hiyerarşilerin yıkılmasından bu yana kapitalizm her şeyi mübah görüyor, kendisi­ni her tür denetimin dışında sayıyor. Karşı kutup diye bir şey yok. Nadiren bazı sorumluluk sahibi kapitalistler de temkinli olma çağrısında bulunu­yor, çünkü araçlarının pusulayı şaşırdığının farkı­na varıyorlar, neoliberal sistemin dogmalar yara­tarak komünizmin hatalarını tekrarladığını görü­yorlar.

 

Bourdieu: Evet, ama bu neoliberalizmin gücü, en azından Avrupa’da, kendilerine sosyalist diyen­ kişiler tarafından uygulanmasından da geliyor. Schröder, Blair ya da Jospin sosyalizmden söz edip neoliberalizmi uyguluyorlar. Bu nedenle, sosyal demokrat hükümetlerin solunda eleştirel bir pozisyon var etmek son derece zor hale geldi. Fransa’da 1995’te emekçi, ücretli kesimleri ol­duğu kadar, entelektüelleri de geniş ölçüde ha­rekete geçiren büyük grevler oldu. Ardından, bir dizi hareket geldi: işsizlerin hareketi, işsizlerin Avrupa yürüyüşü, kaçak göçmenlerin hareketi… İktidardaki sosyal demokratları en azından sos­yalist bir söyleme zorlayan, sanki öyleymiş gibi davranmaya yönelten sürekli bir çalkantı, bir ha­reketlilik vardı. Ancak, pratikte, bu eleştirel hareket çok zayıf kaldı, bunun en önemli nedeni ulu­sal ölçekle sınırlı kalmasıydı. Bence en büyük so­runlardan biri, politik düzeyde, uluslararası ölçek­te, sosyal demokrat hükümetlerin solunda, bu hükümetlerin üzerinde hakikaten etkisi olabile­cek güçte bir pozisyonu var edebilmek. Ama bir Avrupa hareketi yaratmak için gerçekleştirilen ça­baların halihazırda çok muğlak olduğunu düşünü­yorum; kendi kendime şu soruyu soruyorum: Biz, entelektüeller, bu zaruri harekete katkıda bulunmak için ne yapabiliriz? Çünkü, neoliberal vizyonun aksine, bütün toplumsal kazanımlar mücadelenin gücüyle elde edilmiştir. Dolayısıyla, eğer “sosyal bir Avrupa” istiyorsak, bir Avrupa toplumsal hareketinin olması lâzım. Ve bence, böyle bir hareketin oluşturulmasında entelektüellerin büyük bir sorumluluğu var, çünkü egemen­lerin gücü sadece ekonomik değil, aynı zamanda entelektüel bir güç. İşte bu nedenle de ütopyayı kurmayı denemek için, “ağzımızı açmamız” ge­rektiğini düşünüyorum, çünkü bu neoliberal hü­kümetlerin güçlerinden biri de ütopyayı öldürme­leri.

“Neoliberal devrim muhafazakâr bir devrim –1930’lu yıllarda Almanya’daki muhafazakâr devrim anlamında. Muhafazakâr devrim çok tuhaf bir şey: Geçmişi restore eden ve kendisini ilerici olarak sunan, regresyonu, gerilemeyi ilerleme kılığına sokan bir devrim. Bu yüzden, bu regresyona karşı mücadele edenler gerici olarak görülüyor.”

Grass: Sosyalist ve sosyal demokrat partilerin kendileri de komünizmin yıkılışının aynı zamanda sosyalizmi de dünya haritasından sileceğini iddia eden bu teze biraz inandılar ve komünizmden çok daha uzun süre öncesinden beri varolan Av­rupa emekçilerinin hareketine güvenlerini kaybet­tiler. Eğer kendi geleneklerini terk edersen, kendi­ni de terk edersin. Almanya’da işsizleri örgütle­mek için birkaç çekingen girişim oldu sadece. Yıllardan beri sendikacılara şunu anlatmaya çalı­şıyorum: Emekçileri sadece bir işleri olduğu za­man sendika kapsamına almakla yetinemezsi­niz, işlerini kaybettikleri anda dipsiz bir uçuruma yuvarlanıyorlar. Bütün Avrupa çapında bir işsizler sendikası kurmanız lâzım. Avrupa’nın inşasının sadece ekonomik alanda olmasından sızlanıp duruyoruz, ama ulusal çerçeveyi aşan ve sınırla­rın ötesinde etkisi olan bir örgütlenme ve eylem biçimi bulmakta sendikalar yeterince gayret gös­termiyor. Küresel neoliberalizme karşı bir karşı ağırlık yaratmak gerekiyor. Ama, giderek, pek çok entelektüel her şeyi yutuyor –bu da yapsa yapsa insanı ülser yapar, başka bir şey değil. Olup bi­tenleri söylemek gerekiyor. Bu nedenle esas ola­rak entelektüellere güvenme konusunda şüphe­liyim. Halbuki Fransa’da, bana öyle geliyor ki, hâ­lâ tereddüt etmeden “entelektüeller”den söz ediliyor; Almanya’ya dair tecrübelerim, entelektü­el olmanın solcu olmak anlamına geldiğini dü­şünmenin yanlış olduğunu gösteriyor. Bütün 20. yüzyıl tarihinde, Nazizm de dahil, bunun karşı örnekleri var: Goebbels gibi bir adam da entelek­tüeldi. Benim açımdan, entelektüel olmak bir ni­telik göstergesi değil. Kitabınız Dünyanın Sefale­ti, emek dünyasından gelen insanların, sendika­lıların toplumsal alanda entelektüellerden çok daha fazla tecrübe sahibi olduklarını gayet iyi gösteriyor. Bu insanlar bugün ya işsiz ya da emekli ve sanki hiç kimsenin onlara ihtiyacı yokmuş gibi bir kenara itilmişler.

“Neoliberalizmin gücü kendilerine sosyalist diyen kişiler tarafından uygulanmasından da geliyor. Schröder, Blair ya da Jospin sosyalizmden söz edip neoliberalizmi uyguluyorlar. Bu nedenle, sosyal demokrat hükümetlerin solunda eleştirel bir pozisyon varetmek son derece zor hale geldi.”

Bourdieu: Bir saniyeliğine Dünyanın Sefaleti’ne döneyim. Entelektüellere çok daha mütevazı ve aynı zamanda, öyle sanıyorum ki, alışılmışa göre çok daha faydalı bir işlev vere­bilme gayreti söz konusu: Kamusal yazarlık işle­vi. Kuzey Afrika ülkelerinde çok iyi tanıdığım bu kamusal yazarlar, yazmayı bilen ve bu becerilerini bildikleri şeyleri söyleyebilsinler diye başkalarına ödünç veren kişilerdir. Sosyologların tamamen özgün bir konumları var. Onlar diğer entelektüel­lerden farklı; çoğu zaman –her zaman değil– ken­dilerine söyleneni dinlemeyi, deşifre etmeyi ve kâğıda döküp aktarmayı bilen insanlar.

Grass: Ama bu aynı zamanda neoliberalizme ya­kın duran entelektüellere de çağrıda bulunulma­sı gerektiği anlamına gelir. Onların da bazıları, her tür denetimden muaf bir şekilde hareket eden para dolaşımının, kapitalizmin dümen suyunda hâkimiyetini kuran bu çılgınlık biçiminin herhangi bir muhalefet tarzına toslaması gerek­mez miydi diye kendi kendilerine sormaya başla­dılar. İki bin, beş bin, on bin kişinin işten çıkarıl­masına yol açan ve hiç de akıl kârı olmayan şir­ket birleşmeleri mesela. Sadece borsa kotaların­da maksimum kârı elde etmek önemseniyor.

"Kendime şu soruyu soruyorum: Biz, entelektüeller, ne yapabiliriz? Çünkü bütün toplumsal kazanımlar mücadeleyle elde edilmiştir. Entelektüellerin büyük bir sorumluluğu var, çünkü egemenlerin gücü sadece ekonomik değil, aynı zamanda entelektüel bir güç."

Bourdieu: Evet, maalesef, oybirli­ğiyle kabul gördüğü havasını yara­tan bu egemen söylemi sadece engellemek, ona karşı çıkmak de­ğil söz konusu olan. Onunla etkili bir şekilde savaşmak için, eleştirel söylemi yaya­bilmek, kamusal kılmak lâzım. Egemen söylemin istilası ve saldırısı altındayız. Gazeteciler, büyük çoğunluğu, bilinçsizce de olsa, genellikle bu söy­lemin suç ortaklığını yapıyor. Bu oybirliğini kırmak istediğinde işin çok zor. Bir kere öncelikle, Fran­sa’da, çok tanınmış, çok kabul gören kişilerin haricinde, kamusal alana erişmek çok zor. Başlarken, “ağzınızı açacağınızı umarım” dememin nedeni, bu çemberi kabul görmüş kişilerin kırabildiğini düşünmemdir. Ama maalesef onlar da sessiz kaldıkları için ve öyle kalmaları için kabul görüyorlar. Kabul görmenin kendilerine sunduğu “sembolik sermaye”yi, söz hakkı olmayanların sesi­ni duyurmak için kullananların sayısı çok az. Be­nim Yüzyılım’da bir dizi tarihi olaya değiniyorsu­nuz; içlerinden bazıları bana çok dokunaklı geldi –şimdi aklıma Liebknecht’in mitingine giden ve babasının omzuna işeyen küçük çocuğun hikâyesi geldi. Bunun sizin şahsi bir anınız olup olmadı­ğını bilmiyorum ama, her hâlükârda, sosyalizmi öğrenmenin çok orijinal bir yolu. Satır aralarında entelektüellerin rolüne, eleştirel gözüktüklerinde dahi trajik olaylarda suç ortağı olma biçimlerine dair çok şey söylüyorsunuz. Ayrıca, Heidegger hakkında söylediklerinizi de çok sevdim. Aramız­daki bir ortak nokta daha. Heidegger’in retoriği üzerine Fransa’da çok gürültü koparan bir analiz yapmıştım.

Grass: Bu Liebknecht’li hikâyede, bir yanda gençliğin ajitatörü Liebknecht’in –sosyalizm adına ilerici bir hareket yola koyuluyor–, öte yanda da, kendi coşkusunun içinde, oğlunun omuzun­dan inmek istediğini fark etmeyen babanın olma­sı benim için önemliydi. Çocuk babasının ensesi­ne çişini yaptığında, adam şiddetli bir tokat atı­yor. Bu otoriter tavır oğlanı Birinci Dünya Savaşı seferberliğinde gönüllü olarak askere yazılmaya ve Liebknecht’in gençleri tavır almaya yöneltmek istediği şeyin tam tersini yapmaya götürüyor. Benim Yüzyılım’da, 1966, 67, 68’deki tepkileri­ni düşünen bir profesörü tasvir ediyorum. O dönemde, hareket noktası yüce duruşların felsefesiydi. Bazı radikal hamleleri oluyor ve Adorno’yu ortalıkta, milletin içinde çok kötü duruma sokan­ların arasında yer alıyor. O dönemin çok tipik bir biyografisi bu. 1960’lı yıllarda, olayların göbeğindeydim. Öğrencilerin protestoları zaruriydi ve 68’in yalancı-devriminin sözcülerinin kabul ettiğinden çok daha fazla şeyi harekete geçirdiler. Tamam, devrim olmadı, hiçbir temeli yoktu, ama toplum değişti. Bir Salyangozun Günlüğü’nde “ilerleme bir salyangozdur” dediğimde öğrencilerin nasıl da bağrıştığını anlatıyorum. Çok azı anlamak isti­yordu. Her ikimiz de sağlığımız yerinde olduğu müddetçe ağzımızı açmaya devam edeceğiz, ama zamanımız sınırlı. Fransa’da durumun nasıl olduğunu bilmiyorum –daha iyi olduğunu sanmıyorum– ama, Alman edebiyatında genç kuşağın, Aydınlanma’nın özünde yatan ağzını açma ve burnunu sokma geleneğini sürdür­meye pek meraklı ve istekli olmadıklarını gö­rüyorum. Bir değişiklik, bir yenilenme olmaz­sa, bayrağı devredeceğimiz kimse yok. Böylece Avrupa geleneğinin iyi bir kısmı da kaybolup gidecek.

Çeviren: Siren İdemen

Roll, sayı 61, Şubat 2002

 

ANNIE ERNAUX’NUN GÖZÜYLE

Ontoloijk sarsıntı hissetmek

24 Ocak günü, öğle saatlerinde, Pierre Bourdieu’nün ölüm haberinin medya tarafından duyurulma ve yorumlanma tarzı çok öğreticiydi. Haberlerin sonunda sadece birkaç dakika ve “angaje entelektüel” –sanki bu iki sözcüğün münasebetsiz ve artık akıl almaz ittifakı söz konusuymuşçasına– üzerinde ısrarla durma. Özellikle de gazetecilerin üslûbu çok şeyi açığa vuruyordu: Uzak duran bir saygı, mesafeli ve yapmacık hürmet. Hiç kuşku yok ki, medyatik oyunun kurallarını kıyasıya eleştirip ifşa eden bu adama karşı duyabilecekleri hıncın ötesinde, Pierre Bourdieu onların adamlarından değildi. Ve aynı anda, Pierre Bourdieu’nün çalışmalarını keşfetmeleri hayatlarında ve dünyaya bakışlarında bir dönüm noktası olmuş olan binlerce kişiyi, araştırmacıları, öğrencileri, eğitimcileri ve her çevreden kadın ve erkeği saran üzüntü ile bilgiç söylem arasındaki devasa uçurum da ortaya çıkıyordu.

Annie Ernaux

1970’li yıllarda Les Héritiers’yi (Vârisler, Heretik Yayıncılık), La Reproduction’u (Yeniden Üretim, Heretik Yayıncılık), daha sonraları Distinction’u (Ayrım, Nika Yayınevi) okumak şiddetli bir ontolojik sarsıntı hissetmekti –hâlâ da öyle. Ontolojik terimini kasten kullanıyorum: Olduğumuzu sandığımız varlık artık aynı değildir, kendimize ve toplum içindeki ötekilere bakışımız parçalanır, yerimiz, zevklerimiz, hiçbir şey, hayatın görünüşte en sıradan şeylerinin işleyişi kendi halinde, doğal değildir artık. Ve hele ki kendiniz de tahakküm altındaki toplumsal kesimlerden geliyorsanız, Bourdieu’nün keskin analizlerine entelektüel olarak katılmanız yaşanmış gerçekliğin, teorinin bir şekilde tecrübeyle doğrulanmış olmasının duygusuyla katmerleniyor. Örneğin, kendiniz ya da yakınlarınız buna maruz kalmışsa, sembolik şiddetin gerçekliğini reddedemezsiniz.

İlk defa Bourdieu okumanın üzerimde yarattığı etki, ondan 15 yıl önce Simone de Beauvoir’ın İkinci Cinsiyet’ini okumanın yarattığı etkiyle kıyaslanabilir: Geri dönüşü olmayan bir bilinç yükselmesi, birinde kadınların durumuna dair, diğerinde toplumsal dünyanın yapısına dair. Acılı bir yükselme, ama ardından gelen bir neşe, çok özel bir güç, bir kurtuluş, rahatlama duygusu, kırılmış bir yalnızlık.

Benim için kurtuluş ve dünyada “harekete geçme nedenleri”yle eşanlamlı olan Bourdieu’nün eserlerinin toplumsal determinizmlere boyun eğme olarak algılanabilmiş olması, benim açımdan hâlâ bir muamma ve üzüntü kaynağıdır.
Toplumsal yeniden üretimin gizlenen mekanizmalarını günışığına çıkararak, bireylerin farkında olmaksızın içselleştirdikleri inançları ve egemenlik süreçlerini dışa vurarak Bourdieu’nün eleştirel sosyolojisi benim gözümde varoluşu kader olmaktan çıkarmıştır. Edebi ve sanatsal eserlerin üretim koşullarını, ortaya çıktıkları mücadele alanlarını analiz ederken Bourdieu sanatı yok etmiyor, onu indirgemiyor, sadece kutsallığından arındırıyor, sanatı bir dinden çok daha iyi bir şey, karmaşık bir insani faaliyet haline getiriyor.

Bourdieu’nün metinleri, yazma girişimimde, başka şeylerle birlikte, onun adlandırmasıyla “toplumsal bastırılan”ı dile getirmeye sebat etmemde cesaret verici oldu. Pierre Bourdieu’nün sosyolojisine karşı zaman zaman son derece şiddet yüklü bir şekilde yükselen red, öyle sanıyorum ki, onun yönteminden ve buna bağlı olarak dilinden kaynaklanıyor. Felsefeden gelen Bourdieu, felsefeyi kuran güzel, iyi, özgürlük, toplum gibi soyut kavramları kullanmaya son verdi; bunlara somut ve bilimsel olarak incelenmiş içerikler kazandırdı. Bir çiftçi ya da profesör için güzelin, toplu konutlarda oturan biri için özgürlüğün gerçekte ne anlam ifade ettiğini ortaya koydu, her halükârda kendilerini, gözle görülmez bir şekilde dışlayandan bireylerin kendi kendilerini niçin dışladıklarını izah etti.

Felsefede olduğu gibi, en iyi ihtimalle edebiyatta da söz konusu olan hâlâ ve her zaman insanlık durumu, ama genel olarak insan değil, toplumsal dünya içinde yer aldıkları haliyle bireylerdir. Soyut, şeylerin üstünde ya da kâhince bir söylem kimseyi rahatsız etmiyorsa da, önemli, büyük yüksek okullarda okuyan entelektüel ya da ekonomik açıdan egemen çevrelerden gelen çocukların ezici oranı verildiğinde, burada ve şimdi, medyada olduğu gibi üniversitelerde iktidarın stratejileri sert bir şekilde açığa çıkarıldığında durum değişiyor.
Dil meselesi; örneğin, “çevre, insanlar, mütevazı” ve “üst tabakalar” terimlerinin yerine “tahakküm edenler” ve “tahakküm altında olanlar” kavramlarını koymak. Bu, her şeyi değiştirmek demektir: Maskelenmiş ve hiyerarşilerin neredeyse doğallığına işaret eden bir deyim yerine, toplumsal ilişkilerin objektif gerçekliğini ortaya koymak demektir.
Tıpkı Pascal gibi, Bourdieu’nün de oyunu, yanılsamayı, toplumsal imgelemi açığa vurmaya azimli çalışmaları, yıkıcı tohumlar barındırdığı, araştırma ekibiyle birlikte yürüttüğü eserinde sefaletini gösterdiği dünyayı değiştirmeye vardığı ölçüde, sadece dirençle karşılaşacaktı.

Sartre’ın ölümünde, bir şeyin artık tamamlandığı, sindirildiği, fikirlerinin artık etkin olmayacağı, netice itibarıyla, tarihe savrulduğu hissine kapıldıysam da, Bourdieu’nün ölümünde aynı şey olmadı. Onu kaybetmekten derin acı duyan bizler bu kadar çoksak –çok ender yaptığım bir şeye cesaret ediyorum, ölümü duyulur duyulmaz kendiliğinden yayılan kardeşlik dalgası nedeniyle “biz” diyorum–, keşiflerinin ve kavramlarının, eserlerinin etkisinin sönmeyeceğine inanan bizler de az sayıda değiliz.

JACQUES DERRIDA’NIN GÖZÜYLE

Sosyolojinin sosyolojisini yaptı

O kadar çok şeyi paylaştığım eski bir dostumdu ki! Dostluğumuz her zaman çok yoğun, çok zengin, gerilimli ve bazen zor bir ilişkiydi. Ölüm haberi beni çok sarstı. 1949’da, Louis le Grand’da, École Normale’de hazırlık sınıfında tanışmıştık, sonra Éco­le Normale’de beraberdik. O zamanlar henüz sos­yolog değildi, felsefe hakkında konuşurduk, özellik­le de Leibnitz ve Heidegger hakkında. Derken, Ce­zayir’de tekrar buluştuk, ben askerliğimi yapıyordum, o sosyolojiye ilk adımlarını atıyordu.

Fikir alışverişimiz 1960’ların sonunda tam mânâsıyla yeni­den başladı; sosyolojiyi baştan başa elden geçir­me projesi üzerine çalışmaya koyulmuştu; sosyolo­jinin sosyolojisini yapmak için felsefeyle bütünleşti­ren bir çalışmaydı bu. Bütün dünyada, çağdaş sosyolojinin büyük ve öz­gün bir simasıydı. Entelektüel alanlar dahil, kendisininki de dahil, toplumsal aktivitenin bütün alanla­rının sorumluluğunu üstlenmek, hesabını vermek gibi bir tutkusu vardı.

Pierre Bourdieu ve Jacques Derrida

Gözde kelimelerinden biri olan “objektive etmek” (her spontan pratiğin sonucunu analiz etmek ve nesnel kılmak) kavramı etrafında oluşturduğu bu “hiper-eleştiri”nin inşası, onun girişiminin merkezinde yer alıyordu. Felsefi alana yaklaşımına dair tartışmalarımız, anlaşmazlıklarımız oldu, ama başta göçmenlerin durumu konusu olmak üze­re, militan projelerde sık sık kendimizi yan yana bulduk.

Ortak eylemlerimizden biri de 1994’te, Strasbourg’da Yazarlar Parlamentosu’nun kurulmasıydı. 1995’ten itibaren, her zamanki angaje aydın tavrıyla toplumsal mücadelelerde radikal pozisyonlar aldı. Epey yalnızdı. Her ne kadar aynı jestlere sahip olma­sak, olaylara yaklaşışımız birbirine benzemese de, en azından, onun esin kaynağı olan şeye kendimi hep çok yakın hissettim. Bir tanığı ve yeri doldurulması imkânsız bir dostu kaybediyorum.

Jürgen Habermas

JÜRGEN HABERMAS’IN GÖZÜYLE

Tutkuyla angaje bir eylemciydi

Ölümlere tanık olmak, aynı kuşaktan insanların yüreğine dokunur her zaman. Pierre Bourdieu ile birlikte, 20. yüzyılın, disiplinler arası sınırlara aldırmayan son büyük sosyologlarından biri kayboluyor.
Cezayirli köylü toplumuyla kapitalizm zihniyetinin çatışmasını ele aldığı ilk incelemelerinden itibaren muhakkak ki bir etnologdu da. Ancak, yorulmak nedir bilmez üretimi, sosyolojinin olduğu kadar felsefenin, ekonominin, toplum bilimlerinin ya da hatta dil analizinin her birinde yeni perspektifler açtığı bütün disiplinlerin çatısı altında yer alıyor.

Temel kavramları, örneğin “sembolik sermaye”, sosyolojiye olduğu kadar tarihe de eleştirel yükümlülükler getiriyor. Adorno’yu çok alâkadar eden “habitus” gibi bir kavramı da bize veren Bourdieu’ydü. Sosyolojinin sınırlarını aştığı gibi, akademik konformizmin adamı da değildi. Tıpkı Foucault gibi, siyasi angajmanla entelektüel angajman arasına bir engel koymayı imkânsız kılan o büyük akademik tutkular zihniyetine aitti. Yaşı ilerledikçe, okumuşların akademik “ne kokar ne bulaşırlığı” ona tahammül edilmez geliyordu. Bu ona, tarafsızlık adına bir tür kaçış gibi görünüyordu. Neoliberal istilaya karşı direnişin sözcülüğünü üstlenerek karşı ateşler açıyordu. Bu şekilde, Fransız entelektüel âlemini kutuplaştırdı. Bu zekânın cömertliğine, yürekliliğine ve çatışmaları göğüsleme gücüne hâlâ hayranlık duyuyorum. Üniversite dünyasına mesafeyle bakan analist ve araştırmacı gücü ve özgür­lüğü, tutkuyla angaje bir eylemci duruşunu seçmek üzere gözlemci duruşunu terk edip büyük saldırısını başlatarak eski tarz bir hümanist haline gelmesi beni derinden etkiliyor.

 

Kaynak: farklı Bakış