?´Yöneticilerin Hesap Günü Var mı?´´*
SÖYLEŞİ: MEHMET BEYHAN
Hocam öncelikle kitabınızın ismi ile söyleşimize başlamak isterim. Kitabınızın ismi; ilk bakışta hemen okuyucunun ilgisini çekiyor, hatta tahrik ediyor. Kitabınıza neden bu ismi verdiniz?
Hâlihazırda yöneticilik yapan veya yönetici adaylarına yön vermek için, iki amaçla bu ismi verdik. Birincisi; yöneticinin hafızasında, hesap verme gerçeğini diri tutmayı arzuladık. İkincisi; yönetim koltuğuna oturduktan sonra, sanki kendisi hesap vermeyecekmiş gibi bunun gafletini yaşayan ve muhataplarına hesabı hatırlatan yöneticilerde, bu bilinci yeniden diri hale getirmek için kitabımıza; ?Yöneticilerin Hesap Günü Var mı?? adını verdik.
Bu ismi verirken zorlandınız mı?
Zorlandık tabi. Biraz git-gel yaşadık. Alternatifler düşünürken, başta; ?YöneticilerinAhireti Var mı?? ismi üzerine düşündük. Sonra, ağır tahrik olacağı kanaatiyle, biraz daha hafifleştirelim dedik. Bu tür kitaplara, daha çok; ?Bir Rektörün Anıları´, ?Anılarım´ gibi isimler veriliyordu. Oysa bizim kitabımız, sadece anıları değil; tecrübelerin yanı sıra, asıl bir yöneticinin sahipolması gereken özellikleri vs. anlattığı için, anının biraz daha dışına çıktı.
Kitabınızı okurken; olaylar zincirini, tarih vererek belirttiğiniz dikkat çekiyor. Düzenli not tutar mısınız?
Hayatımda hiç günlük tutmadım. Kitabımda da bunu belirttim. Rektörlük zamanında da tutmamıştım, iyi ki tutmamışım. Tutmuş olsaydım; yoğunluk gözümüze çarpacağı için, o kadar yoğun çalışmazdık diye düşünüyorum.
Yaşadığınız olayları o kadar çok içselleştirmişsiniz ki, en ince detaylarına kadar belirtmişsiniz?
Açıkçası tüm ekip olarak işimize çok iyi odaklanmıştık. Yemekleri aşkla yapan bir aşçı hassasiyetiyle işimizi sahiplenmiştik. Öyle olunca; olaylar bütün detaylarıyla, hatta kitabın hacmini iki katına çıkaracak kadar hafızamızda yer edindi.
Bir de hatıralarınızı anlatırken o kadar çok canlı anlatmışsınız ki, okur o anları yaşıyor adeta. Merak ettiğim husus; yaşadıklarınızı yazarken, yaşadıklarınız sizi nasıl etkiledi?
Kitabı yazarken, bazen tüylerim diken diken oluyordu. O günleri sanki yeniden yaşıyor, o anlara yeniden şahit oluyor duygusunu da yaşıyordum. 2008 yılında Rektörlüğe atandığımızda çok zor şartlar söz konusuydu. İslami camia açısından daha zor bir dönemdi. Başörtüsü yasağı, üniversiteye girişte katsayı problemi, Ergenekon ve darbe girişimleri, Kürt/Kürtçe sorunu, Alevi sorunu vs. Biz de, ekip olarak sürekli risk alıyorduk. Böyle bir durumda, o güne kadar alışılmışın dışında bazı hususlarla karşılaşınca ister istemez iliklerimize kadar titriyorduk. Bunu, kitabı okuyan çok sayıda okurun geri dönüşlerinden de anlıyoruz. Bir tek ben değil, onlar da aynı duyguları paylaşıyorlar. Kitabı okuyan çok sayıda arkadaş, geçmiş yedi yılı yeniden yaşadıklarını ifade ettiler.
Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül ile bir görüşmenizde; ?Şehri, bütün kurumlarıyla birlikte, kendi seviyenize çıkarın? diye bir tavsiyede bulunmuş. Siz de bu çerçevede çok önemli başarılara imza atmışsınız. O dönemde, toplumun kanayan iki yarası, başörtüsü ve Kürtçe ile ilgili çok ciddi çalışmalarınız olmuş üniversitenizde. Bu katkılarınızdan dolayı, hem Kemalistlerin hem Kürtçülerin hedefi olmuş ve birçok haksızlıklara maruz kalmışsınız. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Biz, laik-demokratik Türkiye Cumhuriyeti´nin kurumlarından birisi olan Muş Alparslan Üniversitesini yönetiyorduk. Ama bireysel olarak baktığımızda, ben kendimi; sorumlulukları olan bir Müslüman olarak tanımlıyorum. Kitapta da belirttim; Allah´ın lütfu da, cezası da diyebilirsiniz buna. Eleştirdiğimiz yönetimi ve yetkiyi, Allah bizim kucağımıza koydu. Biz o güne kadar rektörleri eleştiriyorduk, siyasileri eleştiriyorduk. Halka zulmettiklerin söylüyorduk. Bir anda kendimizi o koltukta bulduk. Hadi, şimdi ne yapacaksınız? Kanunlara göre başörtüsü hâlâ yasak! Siz ise ?Müslümanım? diyordunuz ve başörtüsü özgürlüğünü bugüne kadar savunuyordunuz. Buyurun şimdi yetki ve sorumluluk sizde. Bakın Rektörlük, üç şey için yapılır. Birincisi; Allah muhafaza bir menfaat temin etmek isterseniz sınırsız imkânlarınız vardır. İkincisi; keyif sürmek isterseniz, saçlarınızı çok güzel karartabilirsiniz orada. Üçüncüsü; dava adamı iseniz (hangi dava olursa olsun), o dava adamı için orada çok fazla imkân vardır, saçlarınızı ağartabilirsiniz. Arkadaşlarımızla birlikte, üçüncü gruba mensup olduğumuz için bu işi üstlendik.
Tabi biz, arkadaşlarımızla oturup konuştuk. Bizim hedeflerimiz var; bir üniversite yöneteceksek, bu kadar külfete katlanacaksak, davamızla ilgili pozitif adımlar atmaktan hiçbir zaman çekinmeyeceğiz. Bu, kanuna aykırı olsa bile bunu yapacağız. Zaten bugüne kadar, bu kanunları eleştirenler, bizler değil miydik? İlk gün dedik ki, Muş Alparslan Üniversitesinin uhdesinde olan her yerde, başörtüsü serbest olacak. O günün şartlarında, yani 2008´de çok büyük tepki geldi. Nasıl olur? Biz dedik ki; Muş Alparslan Üniversitesinde başörtüsü serbestliğini, zaten tartışmıyoruz bile. Asıl ÖSYM´nin ve Açık Öğretim Fakültesinin yaptığı sınavların tamamında başörtüsü serbest dedik. Bu özgürlük yanlısı tavrımız, tabi ki Türkiye genelinde bir tepki çekti, ama memnuniyet de oluşturdu. Biz, bu tepkileri göğüsleyeceğiz dedik. Zaten attığımız adımların, bu tepkileri doğuracağını biliyorduk ve bu tepkilere bütün ekip olarak hazırdık.
Ne oldu? Bir anda Muş, bu sıkıntıyı yaşayan insanlarımızın sığındığı, özgürlük limanı haline geldi. İstanbul´dan, Ankara´dan, Van´a kadar çok sayıda insan, Muş´a gelip sınavlara girmeye başladı. Oysa beklediğimiz şey, bu yükü diğer üniversitelerin de paylaşmasıydı. Ama maalesef o dönem yük, büyük oranda Muş´un üzerinde kaldı. Sonuçta bir kapı, başka bir kapıyı açtı. Derken 2010 yılında, Türkiye´de dereceye giren ve Boğaziçi Üniversitesine yerleşebilecek olan bir öğrencimiz, Muş Alparslan Üniversitesini tercih etti. Doğrusu şu an bile öğrencimizin tercihi nedeniyle duygulanıyorum. Bizi tercih etmesi, omuzlarımızın çökmesine sebep oldu. Kendi kızım Türkiye´de dereceye girseydi, bir Rektör olarak, yeni kurulan Muş Alparslan Üniversitesine göndermezdim. Çok daha iyi eğitim alabileceği, köklü üniversitelere gönderirdim. Ama bu kız öğrencimiz, sırf inancından ötürü bize güvenmiş ve bize sığınmıştı. ?Arkadaşlar, bundan sonra bizim yükümüz çok daha ağır!? dedik.
Rukiye´den bahsediyorsunuz?
Evet, Rukiye´den bahsediyorum. Ama bizim o günkü kararlı tavrımız, Türkiye´de diğer üniversitelerde başörtüsünün serbest bırakılması için anahtar rolü oynadı. Böyle bir süreç yaşandı. Tabi eş zamanlı olarak, sistemle vatandaşın kavgalı olduğu alanlar vardı. Bu alanlardan birisi; inançla ilgili meseleydi ve bunu başörtüsü üzerinde tartışıyorduk. İkinci konu Kürt ve Kürtçe meselesiydi. Üçüncü konu ise Alevi meselesiydi. Her üç konuda da; Türkiye´de, gerekirse ?ön? alacağız dedik. Ön almak; hedef olmak, risk almak demekti.
Hocam Kürt meselesiyle ilgili olarak, şu sorumla birlikte açıklarsanız iyi olur. O zamana kadar; Kürt dilinin yasak olmasını eleştirenlerin, bir anda size karşı inanılmaz cephe aldığını gördük. Hedef gösterildiniz ve medyada bir kısmını biz de takip edebildik. Oysa size teşekkür etmeleri gerekmez miydi?
Bunların hiçbirisi, bize teşekkür bile etmedi. Onlara şunu söyledim; ?Sizler dört duvar arasında bu konuları konuşurken, biz 75 milyon insana sesleniyoruz ekranlardan. Eğer yiğitliğimizi ölçüyorsanız, biz size yiğitlik dersi veririz.? Ama onların düşüncesi farklıydı. Ben Kürt meselesinde; ana dilini konuşmanın, Rum Suresinde geçtiği suretiyle, Allah´ın bir ayeti olduğunu ve ana sütü gibi bir hak olduğunu düşünüyorum. Yöneticilerin ise; bu tür imkânları sağlamak zorunda olduklarını, Allah´ın onlara yüklediği bir sorumluluk olduğunu düşünüyorum. Bu, bizim yerine getirmek zorunda olduğumuz bir sorumluluktur. Türkler için de geçerli Araplar için de geçerli ve ülkemizde yoğun bir nüfusu temsil eden Kürt halkı için de geçerli. Ama bir farkla, biz orada herhangi bir asabiyete kapılarak hakları tartışmadık. Bunu, Allah´ın vermiş olduğu haklar bağlamında tartıştık. Asıl ayrıştığımız nokta da buydu. Bizim, Allah´ın vermiş olduğu hakları, bir yönetici olarak üzerimizde bu hakların kullanılmasını sağlamak sorumluluğu bulunduğunu tartışmamız, bu kesimlerin hoşuna gitmiyordu. Onlar ise; bu tür konular üzerinden, o halkı nasıl kullanabiliriz hesabını yapıyorlardı. Biz, bu halka; ?Bu, Allah´ın size vermiş olduğu haktır? dediğimiz zaman, Allah kavramı bile, bazılarını rahatsız ediyordu. Ayrıştığımız nokta buydu. Onlar, sonuç itibariyle; Kürt halkının haklara değil, mağduriyete maruz kalmalarını istiyorlardı ve buradan bir siyaset devşirmek istiyorlardı. Biz ise; insanımızın mutlu yaşamasını, Allah´ın vermiş olduğu hakları kullanabilmesini istiyorduk. O nedenle bize bir teşekkür bile etmediler.
Siz, 15 Temmuz darbesinden 6-7 yıl önce, FETÖ´ nün gerçek yüzünü anlamışsınız. 15 Temmuz tecrübesinden sonra neler söylemek istersiniz?
Şahsen, FETÖ hareketinin Türkiye için sürpriz olduğunu düşünmeyenlerdenim. Fethullah Gülen ve hareketi, Türkiye´nin malumuydu. Orada hangi hesaplar yapıldı bilmiyorum, ama sonuçta yanlış hesap yapıldığı ortada. 15 Temmuz sonrasında bakıldığında, bizim açımızdan; malumun ilamından başka bir şey değildir. Bir kesim, hâlâ farklı konularda da farklı tecrübeleri yaşamak isteyebilir, ama bizim tecrübeden anladığımız şey; ferasettir. Eğer bir tecrübe yaşadıysanız, ikinci kez oradan ısırılmama anlamında tedbirlerinizi almanız gerekiyor. 15 Temmuz sonrasında ne oldu? 15 Temmuz sonrası; maalesef, FETÖ taraftarlarının girişimleri olmasına rağmen, neredeyse tüm Müslümanlar itibarlarını kaybetti. Geçmişte, örneğin Kurban Bayramlarında deri toplarken, öğrencilere ve fakirlere yardım toplarken, dini hassasiyeti olan insanların kapısını çalarken, insanlar itibar edip her türlü katkıyı sağlıyordu. 15 Temmuz sonrası; zekâtımı ve kurbanımı, Kızılay´dan ve Türk Hava Kurumundan başkasına vermem diyen insanların sayısı çok arttı. Bu güvensizlik İslami camianın neredeyse tamamını kuşattı. FETÖ hareketinin ülkeye vermiş olduğu zararı zaten tartışmaya gerek yok, herkes biliyor. Ancak; İslami camianın, bu vesileyle itibarını kaybetmesi, bence en büyük kayıplardan birisidir. Artık büyük oranda normal halk, İslami camianın taleplerine sıcak bakmıyor yahut gelecekte, bir şekilde yapmış olduğu katkı nedeniyle hesap vereceği endişesini taşıyor.
Burada şöyle bir soru sormak isterim hocam. Siz FETÖ´ ye karşı mücadele ederken, ekibinizin tavrı nasıldı?
Üst yönetime getirdiğim hiçbir arkadaşım itirazda bulunmadı. Çünkü hepsi aynı hassasiyeti taşıyordu. O nedenle, 15 Temmuz sonrası, Türkiye´nin en rahat kurumlarının başında Muş Alparslan Üniversitesi geliyordu. YÖK´ün, ÖSYM´nin merkezi yerleştirmelerine rağmen, Muş Alparslan Üniversitesi´nde FETÖ´ cü personel, neredeyse yok denecek kadar azdı. Ekip olarak, zaten böyle bir hassasiyetimiz ve karşı tedbirimiz vardı.
Çok önemli bir şey söylediniz aslında. FETÖ sadece ülkeye ve devlete zarar vermedi. Aynı zamanda dine ve dindar insanlara da zarar verdi, itibar kaybına neden oldu dediniz. Bunu biraz açar mısınız?
Öyle iş adamları tanıyoruz ki; gittiğinizde öğrenci için, cami içi yahut ne derseniz deyin gözünü kırpmadan yardım ederlerdi. Şimdi bu insanlar; ?Aman, aman, aman! Ben dersimi aldım. Bundan sonra Kızılay´a ve THK´na veririm? diyorlar.
Sıfırdan, sadece tabelasıyla devraldığınız Muş Alparslan Üniversitesi´ni, kısa zamanda iyi bir noktaya getirdiniz. Zaten kitabınızda resimlerle desteklemişsiniz, okurun zihninde daha somut bir tablo oluşuyor. Bu tecrübeden hareketle mevcut yöneticilere ve yönetici adaylarına neler söylemek istersiniz?
Bir kere şu hususu tashih edeyim. Bu kitap, başarılı bir yöneticiyi anlatmıyor. Yazarının, başarılı bir yönetici olduğunu iddia etmiyor.
Başarılı bir yöneticinin profili var sonuçta!
Zaten kitapta da belirtiyorum. Kimi kendisini bulurken, kimi eleştirel yaklaşır, kimi altını çizerken, kimi üstünü çizer. Böyle bir yaklaşım var. Bunu düzeltmek gerek ?ben çok başarılı bir yöneticiyim´ demiyorum. Bu mümkün de değil. Muhakkak ki eksikliklerimiz, yanlışlıklarımız var. Geride bıraktığımız yedi yıllık rektörlük tecrübesi sonrasında, elbette ki yöneticilere veya yönetici adaylarına bazı önerilerimiz olabilir. Keşke, rektör olmadan önce, bu tür tecrübeleri içeren bir-iki kitap okusaydım. Belki bazı hususlarda, farklı tercihler yapabilirdim.
Bu bağlamda,yöneticilere ve yönetici adaylarına ilk önerim; zamanın çok hızlı geçtiğine, zamanın durdurulamadığına dikkat etmeleridir. Bir rektör, dört yıllık zaman dilimi için göreve atanır. Bir de bakar ki dört senenin sonu geldi. Yani; benim önümde kocaman dört yıl var gibi değil de, sadece dört gün/ay varmış gibi düşünmesi gerekiyor. Zaman çok hızlı akıyor. Doğru yöneticinin; kısa zamanda doğru ve fazla iş yapması gerekiyor. Siz ne kadar çok hayr hanenize iş yaparsanız, sizin peşinizden sadaka-i cariye kabilinden çok şey gelecektir demektir. Allah herkese makam nasip etmez, her makam nasip ettiğine de hizmet etmeyi nasip etmez. Dört seneyi tamamlayıp, tamamlayamayacağınız da kesin değil. Belki Allah, sizi alıp götürür. Dolayısıyla; her günü son günmüş gibi düşünerek, an´ı yaşamak gerekir. Geleceği cek/cak´larla programlayarak değil, geçmiş zamanla; ister eleştirel ister sığınma anlamında avunarak değil, anı yaşamak gerekir. Hasılı; su gibi akıp giden zamanı, doğru değerlendirmek gerekiyor.
İkincisi; koltuğa oturduktan sonra o koltuğa güç vermek gerekiyor. Koltuktan güç alıp, onunla etrafınıza zulmetmemeniz gerekiyor. Öyle yapın ki; gelecekte caddeye çıkıp, sıradan bir vatandaş olarak hareket ettiğinizde dahi insanlar size selam verebilsin, sizden hayırla bahsedebilsin. Nitekim kitabın arka kapağında merhum Aliya İzzetbegoviç´in, uzun bir cümlesinin son kısmı şöyle bitiyor; ?Her iktidar geçicidir ve herkes, er veya geç, önce milletin ve nihayet Allah´ın önünde hesap verecektir.? Görev süremiz, muhakkak bir gün bitecek. Bu bilinçle hareket etmemiz lazım.
Üçüncü önerim ise; kendilerini, gayr-i meşru işlerden uzak tutmaya özen göstermeleridir. Bazen yöneticilere imkânlar verilir, görülmeyen bir el tarafından. Yani yöneticinin tutulacak bir kuyruğunu oluşturmak isteyen gizli eller vardır ve bu eller; maddi anlamda olsun ahlaki anlamda olsun, yöneticiye imkânlar sunarlar. Burada da yönetici, kendisinden menkul bir marifet varmış gibi, bu imkânlara atlamaması gerekiyor. Eğer o yanlışı yaparsa, muhakkak ki o gizli el, o yöneticiye daha büyük yanlışlar yaptıracaktır. Neden? Çünkü kendi şantaj dosyasını, kendisi hazırlatmış olacak. O açıdan, kendilerine ikram edilen bir nevi gayri meşru imkânlara, kendilerinde çok büyük bir kabiliyet varmış anlayışıyla hareket edip atlamamaları ve kaynakları doğru kullanmaları lazım.
Çok güzel bir şey söylediniz hocam; ?Ben de bir tecrübe okumuş olsaydım.? Ben de tam bu noktada size şunu soracaktım; Kitabınızda tabi ki çok ilginç anekdotlar var. Örneğin acemi olduğunuzu düşünerek vali, dernek adı altında sizi dolandırmak isteyenler olmuş, ama siz bu taleplerin hiçbirine kulak asmamışsınız. Bu konularda sizi uyaran tecrübeli rektörler mi oldu, yoksa sezgilerinizle mi bunu hissettiniz?
Hiç kimse beni uyarmadı. Ancak hayatın akışı, insanda bazı sezgileri oluşturuyor. Aslında bu tür olaylar iki amaçla gerçekleşiyordu; Birisi dolandırıcılık, diğeri etki altına alma, caydırıcılıktı. Futbolcu olarak arıyorlar, sanatçı adına arıyorlar, dernek adına arıyorlar. Bu, dolandırıcılık. Ama bazıları dagerçekti. Örneğin eski bir vali, subay arıyor. Bunlar, dernek falan da kurmuşlar. Bunların arama amacı ise; bir taraftangözdağı vermek, bir taraftan da menfaat temin etmek içindi. ?Biz varız, gözümüz üzerinizde? mesajını iletmek için arıyorlar. Biz de bu tür insanlara eyvallah etmedik. Bu şekilde arayan insanların hiçbirisine pozitifyaklaşmadığımız gibi, tam tersine onlara fatura çıkaracak şeyler de yapıyorduk. Bize paket gönderiyorlardı, biz de karşı taraf ödemeli geri gönderiyorduk. Böylece, çift taraflı kargo parasını ödemek zorunda kalıyorlardı.
Hocam dikkatimi çeken bir diğer konu ise; ekip çalışmasına çok önem veriyor olmanız. Bu hususta neler söylemek istersiniz?
Yine bu konuda Aliya der ki; ?Yanınızda başarılı insanlar bulundurun. Başarılı insanlar size başarıyı getirir.? Yani, düşük profilli insanlarla yol gitmeyin. Hep böyle yaklaşmaya çalıştım. ?Bunu getirirsem acaba boynuz kulağı geçer mi, bu arkadaş beni geride bırakır mı?? Böyle bir anlayışa hiçbir zaman sahip olmadım. Tam tersine, katkı sağlayabilecek arkadaşları getirmeye çalıştım. Neden? İki sebeple. Birincisi; onların başarısı bize başarıyı getirir. İkincisi ise; eğer onlar benden öndeyse, beni başarıya zorlar. Mümkün olduğunca ekibi başarılı insanlardan oluşturmaya çalıştık. Ancak böyle bir ekiple, başarılı işlere imza atabilirsiniz. Burada ekip olunca, doğal olarak insan-insan ilişkisindeki bazı olumsuzlukların yansıması olur. Sizin bunukompanzeetmeniz, sönümlemeniz gerekiyor. Her şeye tepki verdiğiniz zaman, sıkıntılı bir tablo çıkar. Bazen, bazı şeyleri duymayacaksınız, bazı şeyleri görmeyeceksiniz, böyle olmak zorunda.
Kitabınızda birçok olaylar zinciri ve kişiler var. Kitap yayınlandıktan sonra nasıl tepkiler aldınız?
Elbette farklı tepkiler aldım tabi. Bazı arkadaşlar; ?Sizin ekip içinde yanlışlar olmadı mı, bunları neden yazmadınız?? gibi, bir şeyler söylediler. Bazı olumsuzlukların da olduğunu belirttim, muhataplarıma. Peki, neden yazmadım? Birincisi; kendi içimizdeki ufak tefek sorunlarla, okuyucuyu meşgul etmek gibi bir hakkımız olduğunu düşünmüyorum. Bir yerde iş varsa, muhakkak sıkıntı da vardır. Doğru da vardır, yanlış da vardır. Asıl olan, hangisinin daha fazla olduğudur. Doğrularınız, büyük bir çoğunluğa sahipse, stratejiniz doğrudur demektir. İkincisi; ihanet eden, yanlış yapan insanlar da vardır. Her insan-insan ilişkisinin doğasında, doğal olarak böyle bir tehlike vardır. Ancak; o tür insanlar, bu kitaba konu olacak kadar kıymetli değildir. Bu nedenle yazmadık. Bunlar, kişisel olarak almamız gereken derslerdir.
Bir başka eleştiri olarak; ?Ailenizden hiç bahsetmemişsiniz, aileniz bu kadar sıkıntıya katlanmış teşekkür bile etmemişsiniz?diyenler oldu. Bunu bilinçli olarak yaptım dedim. Çünkü birincisi; bu kitap aile fertlerimin reklamının yapıldığı bir kitap değildir. İkincisi; eğer bizler doğru işler yaptıysak, bunlar bizim amel defterimize yansıyacak, onlarınkine de? Allah için bir şeylere katlanmışlarsa, Allah ile onları baş başa bırakmak lazım. Muhakkak ki, asıl gözetici, Allah onları gözetecektir.
Aslında orada çok trajik bir olay var. Mesela polis evinde bir saldırıya maruz kalmışsınız, oğlunuz teravih namazına dahi gidemiyor içine kapanıyor. Çok duygusal ve hakikaten çok üzüldüm okuyunca. Kitapta detayları var, ama tekrar kısaca bahseder misiniz?
FETÖ taraftarlarının 2011 yılında bana müdahalesi sonrası, Van´daki evimizin bulunduğu sitenin mescidine oğlum gitmemeye başlıyor. Ben bir hafta sonra Van´a gittiğimde, Ramazan ayı, hanım dedi ki ?Enes teravihe camiye gitmiyor.? Neden dedim? O zamanlar henüz on yaşındaydı. Arkadaşlarının; ?Babanı polisler dövdü? demesinden çekiniyor ve utanıyormuş. Tabi bu bizi olumsuz etkiledi. On yaşındaki bir çocuğun bile psikolojini etkiledi.
Hocam ?İçimizdeki bir kısım insanlar önemli mevkilere geldikten sonra, artık bize uğramaz oldular? gibi yaygın bir eleştiri var. Siz de rektörlük gibi çok önemli bir tecrübeden sonra, bu eleştiriyi nasıl değerlendirirsiniz?
Şimdi bu konunun iki boyutu vardır. O makamlara gelenlerden bazılarının sorunu var, bir de mahalleden bazılarının sorunu var. Önemli makamlara gelenlerin şu bilinci hep diri tutması lazım; makamlar geçici yerlerdir. Bugün etrafınızda toplanan ya da karşınızda duran insanların çoğu; ya menfaatlerinden dolayı önünüzde düğmelerini iliklerler veya siz onların menfaatlerine hizmet etmediğiniz için size düşman olurlar. Sizin gerçek dostlarınız, gecenin ikisinde tereddütsüz uyandırabileceğiniz, içinden çıktığınız mahallenin insanlarıdır. Bizim yöneticilerimizin, mensup oldukları mahallenin de taleplerine cevap verebilmesi lazım. Bizim yöneticilerimiz; kendi kimliklerini, belinde bir kambur olarak görenlerden olmamaları lazım. Tamam, ama ne derler? Kim ne derse desin! Bizim insanlarımızı, yıllarca mağdur ettiler. Şimdi bu hakkın geri verilmesi lazım, üstelik bir lütuf olarak değil, sadece gasp edilen hakkın iade edilmesidir. Bu konuda tereddüt eden; değil yönetici, vatandaş bile olamaz. Diğer taraftan, muhaliflerin gözüne parmağımı sokayım anlayışı da yöneticide olmaması lazım. ?Her karede olayım? diye, fazla gürültü çıkarmak da doğru değil. Asıl olan, iş yapmaktır.
Bakın biz rektör olduğumuzda, Akyazı´da bir yere davet edildik. Hatta kitapta da bahsetmiştim. Gittiğimde bir baktım ki; seksenlerin sonunda, İstanbul´da beraber ne kadar eylem yaptığımız arkadaşımız varsa, hepsi orada. O gün zaten biz tartışılıyoruz. Çünkü bizim rektör olmamız statükoyu rahatsız etmişti. Yanımdaki arkadaşıma dedim ki; ?Bak şimdi biri resmimizi çekip, sosyal medyada paylaşsa ve dese ki, bak bu bizim rektörümüz! Biz, Cumhurbaşkanını zor duruma düşürürüz. Bu arkadaşlar bizi unutsunlar, ama biz onları asla unutmayalım.? Oradaki arkadaşlara görünmeden, ayrıldık.
Bir de mahallenin sorunu vardır. Mahalleli, tanımadığı bir şube müdürünün kapısında saatlerce bekler, iki dakika görüşürse, onunla övünür. Ancak, mahalleden bir rektörün odasına çat kapı gider ve anında görüşmeyi talep eder. Tamam da; o rektörün birçok sorumluluğu vardır, söz verdiği insanlar vardır. Bunlara dikkat etmesi gerekmez mi? Mahallenin en büyük ikinci sorunu; kendi kişisel beklentilerinin karşılanamaması durumunda, kendi insanını karşı kefeye oturtmasıdır. Hemen; bu adam böyledir, şöyledir başlıyor konuşmaya. Neden? Bakın haklı haksız demiyorum. Bu yönetici, senin kişisel beklentini karşılasaydı Firdevs Cennetine mi gidecekti? Tersinden baktığımızda, senin talebini yerine getirmedi diye, esfeli safiline mi düştü? Mahalleden biri olarak söylüyorum; diyelim ki haklı bile olsam, talebimi yerine getiremedi ama bu yöneticinin durduğu yer neresi? Toplamda doğru yerde duruyorsa, Allah var bu adam işini iyi yapıyor diyemiyorsan, o zaman mahallenin de sorunu vardır. Dediğim gibi, bu iki boyutlu bir konudur.
Hocam son olarak, genç yönetici adaylarına neler tavsiye etmek istersiniz?
?Bir gelir insan cihâne!? derler. Bunu iyiye de, kötüye de yorarlar. Şerre yol tutanlar;nasıl olsa dünyaya bir kez geldik, bunun keyfini çıkaralım derler. Her türlü fahşaya doğru yol alırlar. Doğruinsanlar ise; nasıl olsa bir kez geldik dünyaya, bunu doğru değerlendirelim derler. İkincisini tavsiyeederim. Bir kez dünyaya geliriz. Zamanın geriye dönüşü mümkün değil. O nedenle, zamanı doğru kullanalım. İkincisi; ister hayra ister şerre, ister iyiye ister kötüye doğrugittiğinizde, sınırları zorladığınızda, sınırsız imkânlara sahip olursunuz. Şerre giderken; sınırlardan uzakdurmak, hayra giderken; sınır ötesi yaşamayı hedef almak gerekir. Bu; ilkinde zor olanbir tavırdır, ama devamında kolaydır. Örneğin; bir insanın cebinden para çıkarıp sadaka vermesi, infaketmesi ilk başta zordur. Bu sınırı zorlayıp, sınır ötesine geçtiğinde; yaptığı infakın doyumsuz keyfini yaşar ve artık onu kimse tutamaz. İyiye hayra doğrugiderken sınır ötesi yaşamasını tavsiye ederken, şerre doğru giderken de sınırlardan uzak durmayı tavsiye ederim. Örneğin; insanın ilkkez alkol kullanması, fuhuşa bulaşması zordur. Ondan sonrası çok kolaydır. İnsanın yüzünün perdesi, bir kez yırtılmaya dursun.
*Yöneticilerin Hesap Günü Var mı?, Prof. Dr. Nihat İnanç, Çıra Yay, 2018. 368 sayfa