Tarihi olaylar çabuk unutulabiliyor. Mesela, Soğuk Savaş dönemi ve Sovyetler Birliği ile onun karşılığı Batı dünyasının birbirleriyle kıyasıya rekabeti sanki asırlar öncesinde kalmış gibi. O dönemleri yaşayanlar sanki bu iki karşıt gücün hiç yıkılmayacağı ve sonsuza kadar devam edeceğini düşünmüş olabilirler. İki kutuplu dünyanın bir şekilde devam edeceğini düşünenler belki Samuel Huntington’un “medeniyetler çatışması” tezini biraz abartılı da bulmuşlardır. Yani, Sovyetler’in dağılması ile “düşmansız” kalan Batı dünyasının karşısına rakip olarak İslâm medeniyetini koyması ve onunla mücadele etmesi fikri birileri için uzak bir ihtimaldi.
Hele Francis Fukuyama’nın artık Batı medeniyetinin katılımcı demokrasiye eriştiği ve bundan sonra da yeni -daha doğrusu, daha iyi- bir sistem gelmeyeceği için “tarihin sonu”nun geldiğini iddia etmesi de çok mantıklı ve makul bulunmamıştı. Ama hadiseler vuku bulduktan sonra anlaşıldı ki geçen Salı günü hayatını kaybeden Sovyetler Birliği Başkanı Mikhail Gorbachev’in devletin resmî ideolojisi Marksizm-Leninizm’den sosyal demokrasiye dönmesi ile birliğin 1991 yılında resmen sonunu getireceğini kimse tahmin edememişti. Demir Perde ile sınırlarını sıkı sıkıya kapatan bir dünya birdenbire dışarı açılmaya başlamış ve ilk zamanlarda biraz bocalama yaşamışlardı. O yıl pek çok Sovyet Cumhuriyeti bağımsızlıklarını ilan ederek Batılı tarz kapitalizme geçmeye başlamıştı. Bu değişimin belki de akılda kalan en renkli karesi, Gorbachev’in bir pizza şirketinin reklâm filminde rol almasıydı.
Sosyal bilimlerde pek çok husus kesin bir dille ifade edilemez. Zira insanı konu alan bir bilim değişikliğe açık olmalı ve bulgularını tabii bilimlerdeki gibi kesin bir dille ifade etmekten kaçınmalıdır. Ama sosyal bilimlerin en genel geçer prensiplerinden birisi sosyal değişimin kısa sürede gerçekleşmeyeceği ve her değişimin az veya çok sancılı geçeceği şeklindedir. Yetmiş küsur yıllık bir otoriter rejimden sonra halkın hiçbir şey olmamış gibi başka bir düzene geçmesi beklenemezdi. Zaten bireyler bu değişimin en çok etkilenen kesimi oldular. Devletler gibi tüzel kişiliklerin değişimden çok fazla etkilenmeleri beklenmese de iktidar gücünü elinde tutan aktörlerin bu gücün verdiği hırsla bölünmeleri veya ayrılıkları kabul edememeleri de normal karşılanabilir. Nitekim Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin gerek bizzat kendisinin gerekse Varşova Paktı üyelerinin ayrılık kararları hep sancılı geçmiştir. Prag veya Budapeşte direnişleri hep akıllardadır. Ama Çeçenistan veya Kırım gibi cumhuriyetlerin en baştan beri ayrılma güçleri olmadığı için bedel ödemişler, Tataristan veya Abhazya gibi göreceli özerklik alabilmişlerdi.
2013 Kasım’ında Ukrayna Devlet Başkanı Yanukoviç’in Avrupa Birliği (AB) ile ekonomik anlaşmaları imzalamayı reddetmesi hele Rusya Federasyonu’na yakınlaşmaya çalışması ülke halkı tarafından şiddetle protesto edilmişti. Türkçe meydan anlamına gelen Maidan, Avrupa yanlısı olarak Euromaidan ismi verilen Kiev şehir meydanındaki protestolar daha sonra İtibar Devrimi olarak adlandırılacaktı. Bu karışıklıklar sırasında Rusya Kırım’ı işgal etmiş, hatta Ukrayna topraklarında yer alan Donbas ve Luhansk şehirlerinde ayrılıkçı bir oluşumu desteklemişti. 2014 yılından beri süregelen düşük yoğunluklu gerilim bu senenin Şubat ayında Rusya’nın başkalarının pek anlayamadığı ama her hâlükârda kabul edilemeyecek gerekçelerle ama nedense herkesin bildiği ve beklediği şekilde Ukrayna’ya saldırısı yirmi birinci asırda yeni bir dünya savaşı endişelerini de beraberinde getirmiştir.
Herkesin bildiği, tahmin ettiği ve hatta günü üzerine tahminlerin yapıldığı bu trajedi elbette Avrupa ve Batı dünyasında hazırlıklarla karşılanmıştı. Modern kapitalist dünya görüşü için kabul edilemeyen her davranışın bir şekilde ekonomik yaptırımlarla önlenebileceği ve cezalandırılabileceği görüşü hâkimdir. Mesela, yabancı bir ülke ile bir anlaşmazlık ortaya çıktığında ilk akla gelen tedbir o ülkenin ürettiği mallara boykot uygulayarak onların ticaretine zarar vermek suretiyle tabir caizse yola getirilmeye çalışılır. Tarih boyunca pek çok kez boykot ve daha geniş anlamda ekonomik yaptırımlara tanık olduk. Ama bu yaptırımların bir “yaptırım gücü” olup olmadığı çok da sorgulanmadı.
Ukrayna’ya saldırması beklendiği andan itibaren Avrupa’nın ve Batı’nın küresel ekonomik düzeni kontrol ettikleri düşünülünce Rusya’ya yaptırım uygulamayı konuşulmaya başlanmıştı. Rusya devlet Başkanı Vladimir Putin’in gücünü sınırlandırmak, moralini bozmak ama en çok da siyasi baskı oluşturmak için Batılı ülkelerin aklına pek çok yatırım gelmişti. Ama bu yaptırımlar Putin’in bizzat kendisine mi, onun yakın çevresine mi ya da daha geniş anlamda onu siyasi anlamda destekleyen taraftarlarına uygulanmalıydı? Rusya’da yaşayan geniş halk kitlelerinin etkilenmesi de ülke içinde desteğin azalması anlamına gelebilirdi. Ama dışarıda savaş halindeki bir ülkenin günlük siyasi çekişmeleri bir tarafa bırakıp devletlerini her şart altında desteklediği de genel olarak bilinmektedir. Dolayısıyla, yaptırımların hele sadece ekonomik sonuçlar doğuracak kısıtlamaların tarih boyunca pek sonuç getirmediği göz önüne alınınca bu tavrın sorgulanmasının zamanı gelmiştir. Öyle görünüyor ki Rusya’ya uygulanan yaptırımlardan önemli bir sonuç elde edilememiştir. Batı’nın böyle bir neticeyi önceden hesap edememesi düşük bir ihtimal olup bu sonucu da olasılık dâhilinde görüp bu işten de kârlı çıkmaya çalışacaklardır.
O zaman bu yaptırımları uygulayan Avrupa ülkelerine bakacak olursak akla ilk gelen soru, politikalarını özellikle de dış siyasetlerini uzun zamanlara yayarak sabırlı bir şekilde planlayan Batı bu başarısız denilebilecek sonucu önceden kestirememiş olması mümkün müdür? Rusya’nın doğal gazına aşırı bağımlı olan Avrupa ülkeleri nispeten bundan etkilenmeyecek Amerika Birleşik Devletleri ( ABD) gibi yaptırım taraftarı olması makul bir davranış gibi görünebilir mi? Kışın yaklaşması ile hanelerde ve sanayide kullanılacak enerji fiyatlarında beklenilen artış Avrupa ülkelerini korkutmaktadır. Türkçede “azdan az çoktan çok gider” anlayışına göre Rusya’ya uygulanan yaptırımlar elbette onların doğal gaz ihracatında önemli düşüşlere sebep olmuştur. En büyük gelir kaynağı olan enerji ihracı Rusya’yı derinden etkilemiş ve sarsmış olabilir ama Avrupa kendi uyguladığı yaptırımlardan daha çok etkilenmiş gibidir. Daha önce bir yazıda ifade ettiğimiz gibi eğer Avrupa her şeyi kendince planlı yürütüyor ve bu kışı atlatmanın yollarını da düşünmüşse Rusya uzun vadede daha fazla zarar görecek ve yaptırım kararları sonuçları itibariyle bir kere daha gözden geçirilecektir.
Rusya’ya uygulanacak yaptırımlara uymayacağını açıklayan Türkiye’nin durumu daha karışık görünmektedir. Rusya ile ticaretini çok da artıramadığı gibi görünürde mevcut durumdan öne çıkan bir avantaj da elde edememiştir. Aksine, Batı tarafından kendilerine ihanet edildiği şeklinde yorumlanmakta ama Rusya’dan da gerektiği kadar desteği alamamaktadır. Gerek NATO konusunda gerekse Ortadoğu politikaları konusunda Türkiye yeniden yalnızlığa itilmektedir. Batı’nın Putin’in çevresinden birkaç oligarkın yatlarına ve diğer mal varlıklarına el koyması sebebiyle onların varlıklarını Türkiye’ye taşımalarının sonuçları ise ayrıca değerlendirilmelidir. Bunlar dönemsel ve kalıcı olmayan bir süreci tarif eder. Bu durum Türkiye’nin yakın tarihte tecrübe ettiği bazı olumsuzluklarla tekrar karşı karşıya kalmasına da sebep olabilir.
Sovyetler, Rusya ve Soğuk Savaş tarihi, doğru değerlendirilirse Türkiye için kimi fırsatları içinde barındırmaktadır. “Doğru değerlendirilirse” ifadesinin altını tekrar çizmekte fayda var.
Gorbachev mi Sovyetler’in sonunu getirdi, yoksa zaten biten bir dönemin talihsiz bir aktörü mü oldu sorusu üzerinde çok fazla düşünmeye gerek yok. İnsanın maddi-manevi ihtiyaçlarına çözüm üretemeyen her sistem önünde sonunda bu gerçekle acı bir şekilde yüzleşir. Bu Batı için de Doğu için de böyle.