Devleti için “fedakâr” olan, bürokrasi aslında devlete bağlı olarak çalıştığında ve bu anlamda da bir “adanmışlık” duygusunu taşımasına nazaran, post-modern çağda, bürokarasinin özel çıkarlarının artık devletin çıkarlarıyla iç içe girdiğini, hükümetlerin politik çıkarlarının genelliğe ve özel alana doğru açılması üzerinden hareket etmeye başladığını görmekte miyiz?
“Siyasetçinin ilk kuralı nedir diye sorsalar ‘adil olması’ derim; ikinci kuralı sorsalar ‘adil olması’ derim; üçüncü kuralı da sorsalar yine ‘adil olması derim'”.
Condorcet, 22 Haziran 1777, Paris Günlüğü. No 173
Sosyoloji kurulduğu veya bir bilim olarak var olduğu dönemden beri toplum, onu şekillendiren düzenlemeyle ve kavramlarıyla ilgili olmuştur. Kimi zaman kamuoyu, kimi zaman kurumlar (cemaatler, devlet, aile vb.) kimi zaman ise “Liyakat nedir?” sorularıyla ilgilenmiştir. Ön nosyonlar nedir? Sosyal olgu nedir? Devlet veya sivil toplum ve birey nedir? daha sonra bu soruların parçası olmuştur.
“Adanmış” yöneticiler mi “atanmış” yöneticiler mi? sorusu bir “adanmadan” türeyen 19. yüzyıl bürokrasi düşüncesinden gelmekte. Hegel‘in “Hukuk Felsefesinin İlkleri” kitabının önemli konularından biri bu. Bu eser içinde yaşamakta olduğumuz post-modern çağlardaki modern bir kitap olarak durmakta bugün. Marx‘ın eleştirileri de bu anlamda, genel veya evrensel çıkar ile özel çıkarlar, kişisel çıkarlar arasındaki dengenin eleştirisinden geçmekte. Hegel’in aile ve sivil toplum ikilemesinin içinde içkin bir şekilde mevcut bulunan ve onların akşın bir şekilde üzerlerinde yer alan devlet mertebesini çıkmakta karşımıza.
1980’li ve 90’lı yıllarda, bilhassa 1989’da Berlin duvarının yıkılmasından sonra Türkiye’de olduğu kadar Doğu Bloku ülkelerinde de özgürlüğün sivil toplum içinde oluşturulduğu fikri üzerinden düşünüldü. “Neden böyle ele alındı?” sorusunu sorduğumuzda ise, belki de sivil toplumun neo-liberal ekonomiyle olan ilişkisinin öne çıkarıldığını görmekteyiz. Bir tarafta, devletin yasaları karşısında sivil toplumun birey ve toplumu özgürleştirdiği öne sürülmekteydi (1980 darbesinin etkileri hâlâ mevcuttu). Diğer taraftan ise, belki de liberal düşünceye karşı çıkmakta olan Marksist düşünürlerin bir fraksiyonu “sivil toplumun” çevirisinde yatan başka bir anlamı ortaya koymaktaydı: “Burjuva toplumu”. Hegel bu ilki anlamı aynı kelime içinde kullanmaktaydı; çünkü “burjuva toplumu” Hegel’de, Marx’taki anlamı daha içermemekteydi. Burjuva olan şehirliydi ve ailesiyle birlikte daha büyük bir bütünlük olan toplum fikrinde bütünleşerek (daha devlet mertebesine gelmeden) bir merhale kat etmekteydi.
Hegel’in bürokratlardan, devlet memurlarından söz etmekte olduğu konusunu, Fransız sosyolog Pierre Bourdieu tam da Berlin duvarı yıkılmadan evvel (1989’da) ele almaktaydı. Hegel ve Marx ile birlikte Durkheim, devlet kavramının anlamını düşünmekte ve “adanma” üzerine kurulu bir bürokrasiden söz etmekteydi. Hegel ve Durkheim’ın “devletin bürokrasisinden” bekledikleri büyüktü. Onlar kendi özel çıkarlarını bir kenara bırakan devlet adamlarıydı (evrensel).
Hegel ve Durkheim da bürokratlar genel iradeye yönelmiş, bireysel ve özel çıkarları bir kenara bırakan, vatandaşların çıkarlarına hizmet eden bir sosyal sınıf olarak ele alınmışlardı. Bu tavırda, kendi toprakları veya kralları için asillerin neredeyse kendilerini feda etme duygusunu görmekteyiz. Peki bu duygunun nerden geldiğini de tarihçilerin metinlerine bakarak görmek mümkün durmaktadır. Şövalyelerin turnuvalarda “kraliçe aşkı” için dövüşmelerindeki asil ruhta yatmakta olduğu gerçeği daha sonra “devleti için kendisini feda eden kahramanlara” bırakılmıştı. Kralına karşı çıkmadan kraliçenin aşkını tensel olarak almayı başaran turnuvaların özel ismi olan “Fatih Guillaume” tarihe geçmişti bir defa.
Bürokrasiden böyle aşkın bir görev bekleyen Hegel’in de 18. yüzyılın başında hâlâ “şövalye aşkı ruhunu” taşımakta olduğunu izlemek mümkün durmaktadır. Halbuki, 20. yüzyılın sonunda yaşayan Bourdieu, aynı konuya eğildiğinde başka bir noktaya dikkat çekmektedir. Ve ilginç bir şekilde, devlet memurlarının “bahşiş” alarak verdikleri inşat izinlerinden söz etmektedir. Felsefede Rousseau‘dan Hegel’e ve sosyolojide Durkheim’a kadar giden bir çizgide devlet üzerine düşünenlerin (din adamları ve Kilise üzerine de) vardıkları kanaate göre, devlet adamları kendilerini feda etmelidirler ve zaten böyle olmuştur.
Durkheim da bu geleneği 20. yüzyılın başında sürdürmektedir. Sosyolojinin kurumsal kurucusu “bürokratların” fedakârlığının altını çizmiştir: Bürokrat kişisel çıkar ile genel çıkar arasında ayrım yapabilen kimsedir. Onlar “sınıflar üstü” bir kesimdir. Sınıf dışıdır (sınıf mücadelesinin üstünde tutulmaktadır ve Marx zaten bu analizi eleştirmektedir). Onlar sosyal alanın üzerindedir ve özgün bir sınıf çıkarları yoktur. Devlet memuru kendisini, bu anlamda “kurban” edebilmektedir. Evrensel (genel) olana (devlet) feda etmektedirler.
Durkheim’a göre, devlet bir düşünürdür, toplumu düşünendir; düşünme nesnesi olamaz. Devlet memurluğu ve devlet konuları, sosyoloğun nerdeyse uğraşmaması gereken bir konudur. O halde, Durkheim’a göre, hukuka ait olmaktan çok hukuksuzluğa mı aittir devlet kavramı? Böylece, “sosyologların da bir sosyolojisi” olmayacaktır (çünkü Fransız devletinin memurlarıdır onlar). Durkheim, kendisini Cumhuriyetin devlet memurluğuna (devlet burslusu olarak okuyan birisidir) “adamıştır”. Bourdieu’ye göre, Durkheim eğer devleti ve devlet sosyolojisini düşünmeye kalksaydı kendi hayatını düşünmek zorunda kalacaktı. Savaşlarda da askerlere bu evrensel kahramanlık “haklı savaş” kavramı içinde verilmiştir. Romantizmin kendilerini feda eden kahramanları da “devletlerinin” adamlarıdır, askerleridir.
Bourdieu, 1988-89 College de France seminerlerinde, bir noktaya daha dikkat çekmektedir: İstatistik (statistik) ile devletin (state) aynı kelime kökeninden geldiğini hatırlatır. Böylece de örnek olarak ele aldığı askeri mühendis Sebastien Le Prestre de Vauban‘ın devlete bakışını hatırlatır (1633-1707): “Çinlilerden aldıkları yönetim şekline göre devlet istatistik yaptırmalıdır” diyordu Vauban.
Biyo-politikanın devletin istatistiklerinde başladığını hatırlatmaktadır. Burada, artık modern devletlerin sorusuna erişmekteyiz. Devleti yöneten yöneticilerin çıkarları özel çıkarları nasıl evrensel çıkarlara döndürmektedirler? Bu sorunun gerçekleşmesi, herhalde tahmin edilebileceği gibi, ulus-devletler döneminde nasıl gerçekleşebilecektir? Kraliyet zamanlarında bile kralın özel çıkarları değil tebaasının çıkarlarına bağlı olan evrensel çıkarlara bağlı olduğu kabul edilirken, hümanizma fikri bu fedakarlıkla anlam kazanmaktaydı.
Başka bir nokta ise modernleşme süreci içinde bilhassa 20. yüzyıl içinde devlet adamlarının ve bürokratların “adanmışlarından” söz edilmeye başlanmıştı. Ama bu adanmışlıkların başka bir mantığı vardı. Bu da “adanmışlık” veya “vazifeşinaslık” nereden kaynaklanmaktadır? Bu, bir liyakat mıdır? Yoksa devletine bağlılığın karşılığı bürokrata hakketmese bile bağlılığından dolayı mı imtiyaz olarak verilmiştir? Her anlamda varlıklarını devlete, partiye veya bir dini kuruluşa bağlayanların (başka yetenekleri olmadığından mıdır?) özel çıkarları sayesinde genel çıkarlar üzerinde vazife şansı mı doğmaktadır?
Devleti için “fedakâr” olan, bürokrasi aslında devlete bağlı olarak çalıştığında ve bu anlamda da bir “adanmışlık” duygusunu taşımasına nazaran, post-modern çağda, bürokrasinin özel çıkarlarının artık devletin çıkarlarıyla iç içe girdiğini, hükümetlerin politik çıkarlarının genelliğe ve özel alana doğru açılması üzerinden hareket etmeye başladığını görmekte miyiz? Ve “adanmışlıktan” “atanmışlık” pratiklerine doğru mu genişlemeye başlamış olduğu? sorusunu sorabiliriz. Sosyolojik anlamda yönetimselliğin evrimini takip ettiğimizde yeni bir safhaya mı girilmeye başlamıştır acaba? Tarihselliğe bakarak araştırmak ilginç bir araştırma konusu olmayacak mıdır?
Kaynak: Farklı Bakış