Modernizm… modernizasyon… Modernite… Modernleşme…
S-1) Modernleşme, modern olma halidir. Yani, eskiden içerisinde bulunulan durumun, durumların zıddı olan şey… Modernizm, modernizasyon modernite ve modernleşme birbirine yakın, ama hedeflenen, ulaşılmak istenen maksat açısından, az da olsa farklılık içerirdi… Buna bağlı olarak salt teknik açılardan, bir modernleşme olgusu ile hem haliz… O zaman, bu olgunun, diğerlerinden belirgin bir farkı olmalıydı. Bu konuda neler söylemek isterdiniz?
C-1) Modernlik zihinsel ve toplumsal düzeyde cereyan eden bir değişim halidir. Bu değişim hali asla durmayan ilk değişimi başlatmış ilkeler ve mantık üzerinden sürekliliği olan bir değişimdir. Bu süreklilik içinde din, ahlak, düşünce, inanç, yaşam tarzı gibi her şey kendi mantığına uygun bir değişimle karşı karşıya kalır. Bu değişim modernliği kendi zihni, dini, kültürel ve tarihsel dünyasında yaratmış olanlar için söz konusudur. Birde bunu yaratmamış ama böyle bir değişim isteyerek veya istemeyerek “maruz” kalmış bizim gibiler yani batı-harici dediğimiz toplumlar vardır Bunların içinden geçtiği değişime de modernleşme diyoruz. İlkinde olduğu gibi bu dinamizmini, gayretini, gelecekle alakalı ideallerini kendi içinden olmaz, daima hariçten alır ve nereye doğru gittiğini bilmeden hatta düşünmeye bile fırsat bulmadan hariçtekine benzeyerek değişir Batı-harici dediğimiz toplumların bu yüzden modernlikle ilişkisi daima bir taklit ve tüketim ilişkisi şeklinde cereyan eder.
Unutmamak lazım ki modernliği bu kadar hegemonik yapan, talep edilir hale getiren hem de müthiş şekil de, onun teknolojiye dayalı boyutudur. Her ne kadar bir bilgi biçimi, bir insan modeli ve bir düzen olarak ortaya çıkmış olsa da, nihayetinde bir dünya görüşü olarak bunun bir “teoloji” olduğu unutulmamalıdır. Bu teolojinin insanları örgütlediği araç kökeni dine dayanan değerler değil teknolojisidir; Teknoloji aracılığıyla örgütlenen insanları istediği hedeflere bunun üzerinden ulaştırmaktadır. Aslında insan hedefleri de teknolojiyle belirlenmeye maruz kalmaktadır, diyebiliriz.
Teknoloji başlangıçta bir nefsi müdafaa aracı olarak kullanılmak istenmiştir, tabii ki batı harici toplumlar tarafından. Bizde de olduğu gibi diğer batı harici toplumlar da kendileri olarak kalmak için teknolojiyi almış ama esas trajik olanı da aldıklarında da kendileri olmaktan çıkmaya başlamışlardır. Evet teknolojiyi alalım ama ahlakını almayalım, dediler ama bu formülasyonun en başta da o meşhur, Japonya tecrübesinde görüldüğü gibi tutmadığı görüldü. Dolayısıyla tarihsel tecrübe aksini gösterdi.
Teknolojinin de masum olmadığını, onu üretenlerin dünya görüşüne içkin olduğunu anlamak için zamanının bir müddet geçmesi gerekiyordu. Kanımca bir cihetten de mesele şuydu ; acaba bugün diğer bütün insanlar gibi, bizim de karşı karşıya olduğumuz sonun sahiden sadece teknolojiyle mi ilgili bir sorun mudur; yoksa biz ve dünya teknoloji derken, aslında “teknolojik” bir sorunla mı karşı karşıyayız.
Modernleşme ve ‘gizli’ şirk…
S-2)”Modernleşmede “gizli” şirk vardır” (1)diyorsunuz. Modernleşme halinin gizli şirk içermesi dikkate alındığında, salt tek başına teknik olayında şirk olacaksa eğer, İslam’a uygun bir teknik dilin oluşunu nasıl sağlayacağız, nasıl sağlayabiliriz?
c-2) “Tekniği” bugünün teknolojisi, “ilmi” de bugünü bilimi üzerinden anlamaya çalışır ve devam edersek bu meseleyi ne sağlıklı şekilde düşünebilir nede çözüm için entelektüel imkanlar bulabiliriz. Modernliği de düşünürken teknolojiyi de düşünürken, hatta modern bilgiyi de düşünürken İslam adına düşündüğümüzü zannediyoruz ama aslında o meseleleri onları kuran bağlamların ilişki dünyasında düşünüyoruz İslam’ın aziz kitabını da bu yüzden artık rahat bırakmalıyız, İslami başka bağlamların içine taşıyarak anlamaya çalışmaktan vaz geçmeliyiz. Zira sorulan sorular yanlış bir zeminde oluşturulmakta, İslam’ın asla tasvip etmediği yanlış, bir zaman ve mekan algısı veya gelecek tasavvuruyla sorulan kendine cevap bulmaya çalışan sorulardır. Bir “fani”nin faniliğini unutarak ya da artık önemsemeden sorduğu soruları sormaktan vaz geçmeliyiz. Evet diyorum ki bu teknolojiyi düşünen, tasarlayan ve onu sürekli yeniden üreten “niyet” tevhide dayanmadığından gizli bir şirk içermektedir. Her düşünce her amel var olabilmesi için daima bir başlangıç noktasına, daima bir bilgi üzerine kurulduktan sonra ortaya çıkar görünürlük kazanır. Bizim niyetlerimizin oluşmasını sağlayanda yine bilgidir. Modernliği kuran bilgi ya da modernliğin kendini üzerinde inşa ettiği bilgi unutmamak lazım ki “pagan” kökenli bir bilgidir. Zira tabiata dayandığını söyleyerek ortaya çıkmıştır, ondan dolayı da gizli şirk taşıyor diyorum. “Kevni” ayetler okunuyor dediğinizde bu iş bu kadar basit olmadığı gibi tabiat kanunlarıyla da kolayca çözülecek bir mesele değildir. İslamcı düşünce bu çeşit okumaları kanımca artık terk etmelidir.
Modernite; Araçların amaca dönüşmesi…
S-3)”Şüphe yok ki Hıristiyanların Roma’nın “araçların” kullanarak varmak istedikleri amaç; Allah’ın rızasını kazanma yanında, aynı zamanda muhaliflerine karşı sürdürme kararlılığı ve sonucu olmuştur.” (2) diyorsunuz. Bunu, işin teorik safhası olarak düşünüp pratiğe baktığımızda, bizde de örneği mevcut bulunan, “Batı’nın ahlakını değil, tekniğini alalım”cı ‘muhafazakâr bir anlayışın, bizden önce ve bir prototip şeklinde, Kiliseden sadır olup, ‘dindar Batı’ ile dünyanın geri kalan kısmını da etkilemiş oluyordu.
O halde, bizde Yahya Kemallerin vb. formüle ettiği muhafazakârlığı, Batıcı ve modern kalıplar içerisinde ve ona hizmet eden bir ideoloji ve hal olarak tanımlayabilir miydik?
C-3) Anladığım kadarıyla tarihsel tecrübesinde insanoğlu tevhid kökenli “dinle” karşılaştığında onu daha iyi anlayayım, başkalarına da daha anlaşılabilir şekilde anlatayım derken, içinde yaşadığı topluma ait her “aracı” ya da her şeyi imkân deyip kullanıyor. Bütünüyle iyi niyetle davranıyor ama çok sonra bakıldığında o araçların dinin anlaşılmasında yönlendirici etkisi hatta değiştirici etkisinin olduğu görülebiliyor. Hıristiyanlar tarihte bunu yaşadı, bugünde biz modernlikle olan ilişkimizde kanımca bunun benzerini yaşıyoruz. Unutmamak lazım ki bu ve benzer hadiseler daima önderlerin eliyle gerçekleşiyor. Tekniği alalım ahlakını almayalım formülasyonu da bu çerçevede alınabilir. Sultan Abdûlhamid’den, Mehmet Akife kadar bir çok insanın rüyasıydı bu. Bilelim ki bu ikisinin alanları öyle birbirlerinden ayrıştırması mümkün alanlar değil; hayat dediğimiz ve bilhassa İslam’ın dediği bir hayat iç içe geçmiş değerlerin ilişkilerin, niyetlerin, unsurların dünyasıdır. Bu başlangıçta sentezi yapılabilir kurtarıcı bir formülasyon olarak görülür ve en kötüsü de bunun bilgi ve değerler dünyasında yapmaya çalıştığı sentezdir. Ancak böyle bir sentezin dinin kurmak istediği toplumun mu, yoksa teknolojinin kurmuş olduğu toplumun mu lehine cereyan ettiğine yeniden bakmak gerekiyor. Değerler dünyasında yapılmak istenen bu çeşit bir senteze batıdan araklanmış bir kavrama bugün muhafazakârlık deniyor. İslam’ı bu mide bulandırıcı kavram ve taşıdığı anlamdan tenzih etmek lazım. Hamdolsun ben Müslümanım, biri bana muhafazakâr derse bunu kendime hakaret sayarım.
Gelelim muhafazakarlığa ve tabi ki Yahya Kemal’e. Muhafazakârlık kavramı esasta Hıristiyan teolojisiyle modernlik arasındaki bir sentez olarak ortaya çıkar. Benzerlik taşısa daİslam’la hiçbir şekilde ilişkisi kurulamaz; ama İslam adına meseleyi ona batının siyaset terminolojisi içinde düşünenler bunu kullanmakta. Her kavramın içerik anlamına göre insanı sadece düşünmeye değil amelde faaliyette bulunmaya sevk ettiğini unutmazsak, bu kavramda Müslümanı en başta batı merkezci bir düşünceye sevk etmekte.
Doğrusunu isterseniz bu kavram bende daima kerih bir çağrışım uyandırmış bir kavramdır, bir Müslüman olarak bunu nasıl kendimi ifade edecek bir kimlik olarak düşünebilirim ki. Yani yazılarda, şiirlerde, camilerden, bayram namazlarından bahsettiğimizde bunun bir müslümanı nasıl muhafazakâr yaptığını anlamakta zorluk çekiyorum. İslam’a ait bütün bu sembollerin şiirin yazılışında ve kuruluşunda araçsallığa dönüşmüş olması sahi bize ne söyler. Bunların birer araçsal unsura dönüştüğünü unutarak ele aldığımızda Yahya Kemal, cumhuriyetin sadece aşırı laik düşüncesi karşısına çıkartılmış bir şairdir o kadar.
Osmanlı/Türk-Türkiye modernleşmesi ve Kürt coğrafyasına etkileri…
S-4)Çöküş sürecinde onu kurtarmak için girişilen modernleşme ameliyesine rağmen, Osmanlının tarih sahnesinden silindiği bilinmekte… O süreçte ona hizmet ettiği, edeceği düşünülen Batılılaşma hareketinin, ondan ziyade, dinden alabildiğine uzaklaşmış bulunan Balkan orijinli bir ‘Türk’ olgusuna istinaden, ona Kemalizm ile birlikte Anadolu’da işlevsellik kazandırıldığı bilinmektedir.
Birde, üniter, homojen ve de alabildiğine ‘steril’ bir ülke ve toplum elde etmek için, bu modernizasyon politikalarının, -modermleşme hali büyük oranda es geçilerek- şiddetli bir şekilde uygulandığı da bilinmektedir. Ama bu süreç Şeyh Said kıyamı ile büyük oranda kesintiye uğramış; sistem, o bölgeyi tamamen yalnızlığa terk etmişti. Ama bu işi daha sonra, o da başta seküler bir yapıda bulunan sosyalist Kürt solu ile birlikte PKK’ye ihale etmişti. O da yaklaşık kırk küsur yıldır, belki de öngörülemeyecek oranda bir sekülerleşme söz konusu olmuştu.
Sözde PKK bir Kürt devleti peşinde idi, ama el’an sürmekte olan sistem içi varlık göstergesi, bağımsız bir devletten ziyade, Türk/Türkiye modernleşmesinin –hatta AK Parti eliyle muhafazakâr Saiklerle- Kürt coğrafyası içinde sürdüğünü göstermektedir. Bu bir yanılsama mı, yoksa kürsel planda emperyal bir gerçeklik mi?
C-4)Evvela şöyle bir tarih telakkisinden hareketle hadiseye bakalım; sebebi ne olursa olsun Osmanlı da kabul edelim ki her eceli gelen ümmet gibi tarih sahnesinden çekildi. Ve bütün dünya ahalisinin başına geldiği için nasıl bir değişimin bizi beklediğini anlamadan modernleşme dediğimiz bir sürece girdik. Bir kurtuluş imkânı olarak görülmüş olsa da, aslında bu kurtulmak istediklerimize de aynı zamanda benzeme süreciydi. Osmanlıda çoktan beri oluşmuş imtiyazlı bir batıcı elit zümrenin ellerinde yıkıldı. Cumhuriyette yine bu elitin dar boyutlu ve küçük dünyası içinde kuruldu. Ancak cumhuriyet modernleşmesi orijinal değildir ikinci Mahmut modernleşmesinin devamı olmuştu. Bu modernleşme yolunun ikinci Mahmut un adını dinsiz padişaha çıkardığını da unutmayalım. Yani bunun temek vasfı din karşıtlığı yaparak kendini anlamlandıran modernleşme olmasıdır. Anadolu’nun batısında meydana gelen karşıt hareketlerde bu modernleşmeyi kabul etmemişlerdir.
Sistem elbette ki birçok bölgeyi yalnızlığa terk etti, tabii ki bunlar yanın da bu bölgeye de bir tecrit hali yaşatıldı. Fakat kanaatime göre bölgede bu tecrit haliyle beraber cereyan eden ve çokta önemli başka bir hadise daha oldu; bölge kendini kendi içine kapattı. Bunu İslami duyarlık ve dindarlığın hariçten gelen tehdit karşısında kendini muhafaza etme refleksi olarak okuyabiliriz. Ancak bu içe kapanıklık kentleşme süreçleri yanında beklenmedik ve de yabancı da sayılmayacak bir şekilde kendini hızla harice açmakla karşı karşıya kaldı. PKK esasta Kürt insanının “dilini” konuşuyordu ama daha önemlisi sistemle de ortak bir ideolojik dile sahipti.
Trajik olanda ana dilinde olanlarla ancak kendini “gizledikten” sonra anlaşabiliyordu ama bu ideolojik dil iki muhalif tarafı aynı zamanda ortak bir yerde oluşturmuştur. Türklerin çok evvelden geçtiği ameliyeden şimdi de Kürtler geçmekteydi. Çok kısa bir zamanda İslam’ın ilim dünyasını temsil eden yüzlerce medrese neredeyse asırlara uzanan tarihselliklerine rağmen ortadan kaldırıldı. Bu da bilginin alt yapısının imha edilmesi, Kürt toplumunun da bütünüyle keskin bir laik sürece girmesiyle neticelendi. Herkeste biliyordu ki sosyalist bir taban bulmak bir yana, bu sadece geç kalmış modernleşmenin yıkıcı, yıkıcı olduğu kadarda aceleciliğini taşımaktaydı.
______________________________________
Sorulacak olan soruların hazırlanmasında, yazara ait olup yararlanılan kaynaklar:
1) Nehri Geçerken, Abdurrahman Arslan, 1. Baskı, Eylül 2010, Beyan Yayınları. İstanbul
2) Modern Dünyada Müslümanlar, Abdurrahman Arslan, 8. Baskı 2015 İletişim Yayınları İST.
Kaynak: http://ozgunirade.com/abdurahman-arslan-ile-modernlesme-uzerine/