Küresel Sosyal Eşitsizliğin Dünyanın Yeni Normali Haline Gelmesinde Aydınlanmacı Hegemonyanın ve Dinlerin Etkisine Dair Bir Ön Değerlendirme
Küresel Sosyal Eşitsizliğe İslam’ın / Müslümanın bir sözü/ önerisi/ cevabı var mıdır? Bu konuda bir ideale sahip midir?
Hangi İslam
İslam, insanlığı içinde hapsolduğu karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için gelmiş, dinamik, devrimci, adalet ve sorumluluk merkezli, merhameti ve doğaya uyumu esas alan bir dindi. İslam bu özelliğini bazı sorunlarla ve toplumsal ayrışımlarla birlikte 50 yıl kadar sürdürdü, sonrasında devlet düzeyinde olmasa da halk bazında/toplumsal düzeyde ve fikri planda bir müddet daha etkisini/varlığını hissettirdi. Örneğin hicri birinci ve ikinci yüzyılda Müslüman dünya karşılaştığı ciddi meydan okumaları İslam’ın bu temel paradigmasına/ sosyal eşitlikçi özelliğine uygun bir düşünce/fikir ve eylem ortaya koyan Mutezile gibi gruplar sayesinde önemli zayiat vermeden atlattı.
Zaman zaman sonraki dönemlerde de yerel bazda bu yönde bazı fikri, sosyal ve siyasal gelişmeler yaşandıysa da bunlar kalıcı olmadı ve yerelin dışına çıkamadı. Ancak bu düşünce ve bu düşünce sayesinde oluşan yapıların çabaları, hem bu yapıların devletle içli dışlı olmaları hem de Emevi ve Abbasi hanedanlıklarının imparatoryal düzenleri, bu düzenlerin güvenlikçi, asabiyetçi ve refahçı devlet anlayışları nedeniyle akamete uğradı ve toplumsal bir proje olarak bir daha ortaya çıkmadı, çıkamadı. Sosyal eşitsizlik dini bir kimliğe bürünerek Müslüman coğrafyada kalıcı hale geldi.
Artık yeni bir kimliğe dönüşen asabiyeyi ve güvenliği merkeze alan, eskiyi kutsayan/dogmalaştıran, taklitçi, kaderci, bilgi ve öğrenmede rivayeti esas alan, özellikle aklı/ sorgulamayı dışlayan din anlayışı, kadiri mutlak ve sorumsuz tanrı tasavvuru nedeniyle ciddi fikri meydan okumalara cevap veremediği gibi yeni sosyal oluşumlara da engel olamadı. Tepkisel ve savunmacı karşı koymalar Müslüman dünyaya biraz zaman kazandırsa da 18.yy ile birlikte yavaş yavaş ekonomik, siyasi ve askeri yetkinliğini, sürecin sonunda da bağımsızlığını kaybetti.
Bundan dolayı ehli hadis çizgideki bu Müslüman düşünce (Ki, bu düşünce hicri üçüncü yüzyıldan itibaren İslam’ın kendisi olarak kabul edilmektedir.) Aydınlanmacı hegemonya ve onun ortaya çıkardığı varlık, tanrı, insan, bilgi tasavvuru karşısında direnemedi ve süreç içerisinde o da ya içine kapanarak “muhteşem geçmişi” içinde yaşamaya devam etti ya da pek çok din gibi yeni güçlerle uzlaşarak onların gölgesine sığındı ve var olanı meşrulaştıran bir karaktere büründü. Tabi bu durum İslam ve Müslümanın bütün iddialarından ve özgünlüğünden vaz geçmesi demekti.
Tarihsel sürecin analizi
Onun bu hale gelmesi elbette bir günde olmadı; Resul sonrasının ilk elli yılında elde edilen siyasi başarılar ve ekonomik kazanımlar birey ve topluluk anlamında Müslümanları sarhoş etti ve bu sarhoşlukla yüklendikleri misyonu ve sorumlulukları unutarak gücün ve refahın peşine takıldılar. Bu aralarında iktidar ve güç kavgalarına ve Resulullah’ın bilinçli bir şekilde dışladığı, hatta yasakladığı asabiyenin yeniden hortlamasına neden oldu. Çünkü o zamanki algıya/ yaygın kanıya göre güç ve iktidar ancak asabiye ile elde edilebilirdi. Müslümanların asabiye tuzağına düşmeleri onları bütün iddialarından vaz geçirerek, İslam’ı dinlerden bir din, Müslümanı da sıradan inanandan bir inanan haline getirdi. Çünkü günlük hayat da özgünlüğünü kaybetmiş, herhangi bir inanca sahip bir toplumun hayat tasavvuru ile hemen hemen aynileşmişlerdi.Müslüman toplum büyük ölçüde adalet duygusunu kaybetmiş, toplumsal hayat ve bireysel ilişkilerde ancak asabiyenin izin verdiği, yani “zalimde olsa kardeşini gözet” anlayışı çerçevesinde bir “adalet” cari olabiliyordu. İslam öncesinin bu Cahiliye anlayışı, hangi etnik kökenden gelirlerse gelsinler tüm Müslüman toplumlar için temel bir düstur haline gelmişti. Sosyal eşitsizlik, ötekileştirme ve kölelik gibi insan onurunu zedeleyen şeyler hayatın bir gerçeği haline gelmişti ve bu hal Müslümanın/ insanın sorumluluk sahibi bir birey olmasına izin vermiyordu. Artık İslam’ın en temel ve iddialı alanlarından bir olan sosyal adalet, merhamet ve ötekileştirmeme düsturu hem fikir ve duygu olarak hem de uygulama olarak devre dışı kalmıştı. Sorun sadece Müslim- gayrimüslim arasında değildi. Arap- Arap olmayan/ Mevali arasında da ciddi boyutta bir kast sistemi oluşmuştu. Sonrasında her iktidar kendi asabiyesini kurarak sosyal eşitsizliği bir kural haline getirmişti.
18.yy gelindiğinde Müslümanların elinde (o da sadece Osmanlı Devleti sınırları içerisinde) sadece bir siyasi iktidar kalmıştı; teknolojik, ekonomik ve askeri üstünlüklerini kaybetmişlerdi. Ama en önemli kayıp psikolojik üstünlüğün kaybolmasıydı ki bu en ölümcül olanıydı ve bu durum Müslümanın zihnen felç olmasına da neden olmuştu. Hazin son bu şekilde geldi ve Müslüman artık kendisini Aydınlanmacı kavram ve terimlerle, onların temel paradigmaları çerçevesinde ifade etmeye başladı. Bu süreç bugün de devam ediyor. Artık bugün Müslümanların inandığı İslam ve yaşadığı Müslümanlık folklorik ve arkaik bir İslam ve Müslümanlıktan başka bir şey değil. Çünkü gelinen durum ortada: Aydınlanmacı düşünce ve bilimsel bilgi, genel olarak benimsenmiş gözüküyor. Tepkisel, reddiyeci ve şekilci bazı grupların varlığı Aydınlanmacı düşünceye malzeme sunarken bir yandan da Müslümanların geneli için de sorun oluşturmaktadır.
Yakın geçmişte ve günümüzde Aydınlanma düşüncesi ve bilimsel bilgi derinlikli bir şekilde analiz edilerek sorunlu yönleri ve çelişkileri ortaya konmadı/ konamadı. Gerçi Batı’da da Aydınlanma düşüncesine karşı bu tür bir analiz ve eleştiri yapılmadı, Aydınlanmanın bir tezahürü olan ekonomik ve siyasi alt konularda (Kapitalizm, Liberalizm, Sosyalizm/ kominizim gibi) bazı eleştiriler olsa da Aydınlanma düşüncesinin ruhunu yansıtan Kültürel alana hele hele bilimsel bilgi alanına yönelik hiçbir eleştiri ve sorgulama olmadı, bu yönde bir düşünce ve hareket de ortaya çıkmadı.
Sanırım Müslüman dünyada Aydınlanmaya karşı bütünlüklü bir düşünsel ve eleştirel anlayışın gelişmemesinin temelinde kendi inanç ve anlayışları ile yüzleşememiş olmalarıdır; böyle olduğu için de yapılan eleştiriler çok yüzeysel ve tepkisel boyutta kalmıştır.
Sonuçta Müslümanlar ve dini kurumlar, diğer dinlerin inananları ve dini kurumları gibi Aydınlanma düşüncesini/ moderniteyi ve bilimsel bilgiyi evrim ve LGBT gibi bir iki istisna konu dışında onaylar duruma geldiler. Yine hemen hemen Müslümanlar dâhil bütün dini grup ve kurumlar, kendilerini bilime ve bilimsel/teknolojik gelişmelere karşı duruşlarını yeniden tanımladılar ve bilimci bir çizgiye geldiler. Müslüman topluluklar söz konusu olduğunda “İstenilen çizgiye gelmiş olmak” yeterli görülmedi, sık sık bilime ve modern olana karşı olmadıklarını, inançlarının/dinlerinin de karşı olmadığını açıklamak durumunda bırakıldılar; bağlılıklarını örnek uygulamalarla ispat yarışına girdiler. Pek çok dinin inananı gibi Müslümanlar da küresel nizamın/ dinin dışında kalmamak için gereğini yaptılar, yapmaya devam ediyorlar; bu yüzden “Din ile bilim birbiri ile çatışmaz ve çelişmez.” ifadesi dillere pelesenk oldu.
Oysa gelinen durum ve yaşananlar göstermiştir ki, bilimsel bilgi ve modernite varlığın, doğanın tabiatı/doğası ile sürekli bir çatışma içerisindedir ve tüm yeryüzünü, hatta gökyüzünü esir almış, onu bozmuş, kirletmiş ve doğal kaynakları tüketmiş durumdadır. Ne yazık ki dinler ve dindarlar bu apaçık gerçekliğe rağmen bu sorunların asıl müsebbibi olan Aydınlanmacı düşünceye ve onun tezahürü olan bilimsel bilgi ve teknolojik düzene karşı ne eleştirel bir tutum ortaya koyabilmişler ne de alternatif bir düşünce sistemi kurabilmişlerdir. Dindar kesim tersine bilimsel bilginin çocuğu olan teknolojik gelişmelerden nimetlenme kuyruğunda dindar olmayanlarla apansız bir yarış içerisindendirler.
İlk Dönem Uygulamaları; Kurucu Metinlerin ve İlk Dönem İnananlarının Eşitlik ve Eşitsizlik Tasavvuru
Son yüzyılın din, dindar tasavvurunun aksine neredeyse tüm dinlere ait kurucu metinler doğa ile barış içinde olmayı öğütlemektedir ve ilk dönem uygulamaları da genellikle bu yöndedir. Özellikle de Kur’an metni ve Resulullah’ın uygulamaları bu yöndedir. Kur’an ayetleri, doğal yasaların da din hükmünde olduğunu, İlahi vahyin tabiatı ile evrenin yasalarının birbirini tamamladığını, insanın doğasının da buna uygun olduğunu ifade eder. İnsana kendi doğasını bozarak ekini ve nesli helak etmemesini, yeryüzünde fesat çıkarmamasını öğütler. Ancak yaşananlar göstermiştir ki Resul sonrası süreçte Müslümanlar dinlerinin bu temel iradesine karşı gelmişler, ekini ve nesli helak edenlere, yeryüzünde fesat çıkaranlara arka çıkarak veya sessiz kalarak en azından günahlarına ortak olmuşlardır. Ancak ne oldu da bu gerçeklik kayboldu; İslam ve Müslüman nasıl sosyal eşitsizliğin payandası haline geldi.
Hem niye böyle olduğunu görmek hem de Kur’an’ın ve ilk dönem uygulamalarının ne olduğunu, günlük hayata nasıl bir yenilik getirdiğini, bu yeniliklerin Müslüman zihinde ve toplumda gerçekleştirdiği dönüşümü fark edebilmek için İslam ve öncesinin ayrıntılı bir karşılaştırmasını yapmak gerekir.
Aynı şekilde İslam düşüncesinde sorumluluk, adalet, eşitlik, yani insan hak ve sorumluluğunun mantığını, amacını, boyutunu ve sınırlarını gereği gibi kavrayabilmek için İslam düşüncesinin oluştuğu dönemin gerçekliğine, o dönemin temel dinamiklerine vakıf olmamız gerekir. İslam’ın hak ve adalet algısından söz etmek demek, söylediğimizin neye karşılık geldiğini, neyi içerip neyi dışarıda bıraktığını biliyor olmamızı gerektirir. Bu da bize İslam öncesini ve o dönemin temel algılarını bilme/ araştırma sorumluluğu yükler. Ayrıca İslam düşüncesinin ne olduğunu/orjinalliğini/otantikliğini görebilmek, zaman içerisinde bir evrim geçirip geçirmediğini, geçirmişse bu evrimin/evrilmenin ileriye doğru mu geriye doğru bir evrilme mi olduğunu anlayabilmek için de, İslam öncesi ile İslam’ın inşa edildiği dönemin bir karşılaştırmasının/ kıyaslamasının (özellikle değerler hiyerarşisi ve öncelikleri açısından) yapılması gerekir. Bunun sonrasında ancak, elde ettiklerimizin ışığında, Resul sonrası dönemin İslam algısı hakkında bir kanaate sahip olabiliriz.
Bu zorunluluk aynı zamanda Kur’an’ın bu konudaki temel “Paradigma”sını kavramamız için de gereklidir. Çünkü Kur’an, indiği dönemin retoriğini/dilini kullanarak öncelikle o dönemin sorunlarına cevap üretmiş, dolayısıyla cahili algıyı ilga veya tashih ederek kendi sistematiğini oluşturmuştur. Sonraki dönemlere de o dönem kültürü üzerinden seslenerek temel prensipler vazetmiştir.
İslam Öncesi Araplarının Toplum Yapısı, Hak ve Özlüklere bakışı
İslam öncesi bölge sakinlerinin dünya tasavvuru kabilesinden, insan tasavvuru kabiledaşlarından, hak ve sorumlulukları da kabilesi çevresinden ibarettir.
İslam Öncesi Bireyin konumu ve Toplumsal Yapılanması: Yaşlıların, özel becerileri bulunanların ve kahramanların saygın bir yeri bulunmakla birlikte her birey kabile üyesi olması açısından eşit konumdadır. Burada kabile asabiyesi, kabile ve kabilesel aidiyet ön plandadır.
Kabile hayatı şu kavramlar tarafından ihata edilmiştir.
Asabiye: Kabilesel bağlılık/aidiyet, kabile adına yaşama, kabileyi temsiliyet, kabileyle özdeşleşme hali.
Örf: Kabile hukuku ve kuralları/ değerleri, ahlak algısı.
Mürüvve: Asabiye ve örfle gururlanma, yiğitlik, kabilesel milliyetçilik.
Himaye: Kabilesel vatandaşlık, sorumluluk paylaşımı ve dokunulmazlık,
Hak ve Özgürlükler Algısı
İslam öncesi Arabının zihninde yeryüzü iki parçalıdır. Kabilesi ve kabilesinin dışındaki dünya. Ahlak dâhil tüm temel algılar, değerler ve hukuk bu çerçevede oluşur.
Kabile içi: Hak ve özgürlükler, kabile örfü ile sınırlıdır. Bu örf çerçevesinde herkes hakta ve sorumlulukta eşittir. Kabilesel dokunulmazlık, ortak sorumluluk ve kabilesel ortaklık ve paylaşım esastır.
Temel paradigma/amaç: “Zalim de olsa mazlum da olsa kabiledaşlarına/ kardeşlerine yardım et.” Veya Gazziyeli şair Dureyd b. Simme’nin (öl. 8/630) mısralarına yansıdığı gibi;
“Ben Benî Gaziyye/Gaziyyeoğulları’denim/danım. Eğer o şaşırır ise yolunu, “(ومَا أنَا إِلَّا من غَزِيَّةَ إنْ غوَتْ ... غويْتُ وإنْ تَرشُدْ غزَّيَةُ أرشُدِ)”
Onunla birlikte ben de şaşırırım yolumu.
O yöneldiğinde doğruya,
Onunla birlikte ben de yönelirim doğruya.”
Araplar ister çölde isterse kasaba ve şehirlerde yaşasınlar bir kabilenin ferdi olarak hareket ederlerdi. Hayatlarını kabile örfü çerçevesinde idame ettirirlerdi. Hak ve özgürlükleri kabile örfü ile sınırlıydı. Bu örfü çiğneyenler, kabile himayesinden çıkarılır, bütün dokunulmazlıkları kaldırılır, çöle sürülürdü. Can ve mal güvenliği kalmazdı.
Kabile dışı: Anlaşmalı kabileler dışındaki tüm dünya onlar için her boyutu ile “talan” alanıdır. Bu konuda ona sahip olma dışında hiçbir ahlaki ilke ve prensip söz konusu değildir. Talandan elde edilen, kabilenin ortak ganimetidir. Kabile dışındakilere karşı hak ve özgürlüklerin bir sınırı olmadığı gibi herhangi bir sorumluluk ve ahlaki kaygı da duyulmazdı. yani temel prensip sorumsuzlukların sınırsızlığıdır. Eğer anlaşmalı değillerse, onların canı, malı, namusu, her şeyi onlar için mubahtı. Kızlarını, kaçırabilir, mal, hayvan ve eşyalarını yağmalayabilirlerdi. Bunu bir erdem, yiğitlik ve ahlaki bir davranış olarak görürlerdi. “Talan günleri, yiğitliğin ispatlanacağı günlerdir.”
Kabileler bir birbiri ile anlaşmalar yaparak ortak hukuklarını bu anlaşmalara göre belirleyebilirlerdi. Örneğin, kabileler arası savaşların onları bitkin düşürüp fakirleştirdiği yıllarda “haram aylar”ı icat ederek en azından bu aylarda savaşmamak üzerine bir anlaşma yapmışlardı. Bu durum daha sonra bir geleneğe dönüştürülerek toplumsal refahın ve barışın simgesi haline gelmişti. “Haram aylar” güçlü olanların ihlali ve istismarı ile karşılaşsa da “ilaf kurumu”nun topluma sağladığı refah sayesinde devam edegelmişti. Bu uygulama Kur’an tarafından da sahiplenilerek bu durum, toplumsal barış ve refaha aralanan bir kapı olarak görülmüş ve 12 ayın tamamının haram/barış ayına dönüştürülmesi hedeflenmişti.
“Kabile örfü, önceki atalarından devraldıklarıyla birlikte kabile şurasının kararlarıyla oluşurdu. Örf, aynı zamanda ahlaki ilkeler olarak da kabul edilirdi.”
Arabistan çölünde yüzlerce kabile bulunduğu için yüzlerce, asabiye, örf ve vatandaşlık biçimi de vardı.
Kabile şurası, kabilenin ihtiyarlarıyla, kahramanlığı ve becerikliliği ve bilgeliği ile öne çıkmış bazı gençlerden oluşurdu.
Bütün değerleri yereldi. Bu değerler kabile örfüyle, örf de kabile bireyleri ile sınırlıydı. Evrensel değerleri yoktu. Çünkü kabile onların evrenleriydi.
Arap, “biz” veya “ben” dediğinde kabilesini kastederdi.
Bu açıdan günümüz batı dünyasının, hatta birçok Müslüman grubun/cemaatin de bir kabile refleksi ile hareket ettiğini söyleyebiliriz. Hak ve Özgürlükleri sadece kendisi ve kendi toplumu için istiyor olmak başka nasıl izah edilebilir?
İnanç ve Dini Anlayışı
İnsanı yutan ve sadece hayatlarını değil düşünce dünyalarını da sınırlayan bu uçsuz bucaksız çöl ve çölün ortaya çıkardığı kabilesel yalnızlık onları somut bir algıya mahkûm etmişti. Bu kabilesel gerçeklik/yalnızlık, çöl hayatının zorluğu ve belirsizliği onları koyu bir kaderciliğin içine de sokmuştu ve tüm inanç sistemleri “bu somut algı” ve “kadercilik” üzerinden inşa edilmişti.
İşte puta tapıcılık bu somut algının ve çöldeki belirsizliğin dolayısıyla koyu kaderciliğin bir sonucu olarak ortaya çıkmış olsa gerektir. Bu anlayışın en belirgin özelliği de putlardan şefaat beklentisiydi. Çünkü bu anlayış onlara, sıkıntı ve felaketlerle dolu bu coğrafyada/arzda putların onlara şefaati dışında tutunacak bir dal bırakmamıştı. Ayrıca bu somut algının bir tezahürü olarak bu coğrafyanın insanların inançlarında ahiret anlayışı da mevcut değildi.
Devam Edecek
Kaynak: Yetkin Düşünce Dergisi 15. sayısı (Ağustos-Eylül 2021)