Kur’an’ın Toplum Nazariyesi, Hak ve Özgürlüklere Bakışı
Kur’an, din dilini esas alarak, Allah merkezli bir dünya inşa etmek ister. Burada Allah; hak, adalet, paylaşım, iyilik, karşılık/diğerkâmlık, rahmet, düzen ve sorumluluğu temsil etmektedir.
Bu anlayış çerçevesinde Allah, günlük hayatın her veçhesiyle içerisindedir. Bu olgular nedeniyle insanlar onunla birlikte yaşar, onu her daim yüreklerinde hissederler.
Bu ilkeler zamanın, zeminin, muhatabın, alet ve araçların imkânları ölçüsünde Resulullah dönemi tecrübesiyle hayata geçirilmeye çalışılmış, Ridde ve Fitne yıllarına kadar sorunsuz işlemiştir.
Temel paradigma; merkezinde rahmet diliyle konuşan, adil, rahman ve rahim olan Allah’ın bulunduğu, adalet, sorumluluk, ahlaklı ve tutarlı olma irade ve tercih hürriyeti üzerine ikame edilen bir hayat tasavvuru ve bu kavramları merkeze alan birey ve toplum inşasıdır.
Temel Hedef ise; genel anlamda insanı muhatap alarak, kendisi için istediğini başkası için de isteyen, adalet ve sorumluluk bilinci/takva ortak paydasında bir araya gelen, dili, rengi, kültürü, coğrafyayı, etnisiteyi kutsamadan ama onların gerçekliğinin gereğini de yerine getirerek, şekle, şemaya, kabuğa değil öze ve amaca kilitlenen özgür bireylerden müteşekkil bir ümmet/millet (toplumsal yapı) oluşturmaktır.
Ritüeller, emir ve nehiyler, ahiret inancı dâhil bütün akidevi kurallar, bu sorumluluk sahibi/muttaki bireyi ve onun millet/toplum hailini oluşturmak içindir.
Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız/bilmeniz için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah nazarında en değerli/kerem olanınız, Allah’a ve topluma karşı derin bir sorumluluk bilincine sahip olanınızdır. Şüphesiz Allah her şeyi bilendir, her şeyden haberdar olandır.” (Hucurat:13)
Kur’an’ın Birey ve Toplum Tasavvuru
- Bu tasavvuru başlıklar halinde şu şekilde sıralayabiliriz:
- Her şeyin insan/insanlık için yaratıldığı
- Sorumluluk sahibi, adil, ahlaklı/muttaki özgür birey talebi
- İnsanın doğumuyla elde ettiği hakların korunmuşluğu
- Kabile asabiyesinden, millet bilincine geçiş
- Önce “Ey insanlar”, sonra “Ey inananlar” diyen bir dil
Toplumsal hayatın bireysel ve toplumsal kabulü sonucunda oluşmuş hukuk üzerinde sürmesinin gerekliliği. (Kur’an, istişare ve örf)
Hesap verebilirlik ilkesi
Hukuk önünde eşit, nimet ve imkânlardan adil paylaşım esası üzerine kurulu toplumsal düzen talebi
Kişiyi ilgilendiren her işte onunla istişare zorunluluğu; bireysel ve toplumsal işlerin istişare ile yapılması gerekliliği,
Zulmü engellemek için veya bireysel veya toplumsal varlığı tehlikeye girdiğinde savaşma/savunma hakkı/zorunluluğu
Kur’an’ın Değerler Tasavvuru veya Hiyerarşisi
- Adalet: Hem bireysel hem de toplumsal düzeyde adaleti ikame etmek
- Herkese hakkını verme zorunluluğu ve Emeğin değerli olduğu
- Kişinin, canının, malının, onurunun, neslinin ve aklının koruma altında olduğu;
bu nedenle;
barınma, beslenme, güvenlik, aile içinde yaşama, evlenme ve çocuk sahibi olma gibi temel ihtiyaçlarının karşılanması veya kendisinin karşılayacağı bir ortamın sağlanması,
Her türlü ayrımcılığın (cinsiyet ayrımcılığı dâhil) yasaklanması,
Zulüm, işkence ve haksızlığın her çeşidinin yasak olduğu, bunların oluşacağı ortamlara izin verilmemesi gerektiği,
Kölelik ve her türlü angaryanın kaldırılması
Haksızlığa neden olacak ekonomik düzenin ilgası
- İnanç ve kendini ifade etme özgürlüğü
- Kişinin canının/ bedenin dokunulmazlığı
Bir toplum oluşturma veya bir toplumla birlikte yaşama hakkı
- Nimetlerin adil paylaşımı
* Çalışma ve iş kurma hürriyeti
Sınırlamalar ve Yasaklar:
Yasaklar sınırlı ve belli, geri kalan alan özgürlükler alanıdır.
Yasak ve sınırlar, sadece bireye ve onun toplumsal varlığına yönelik zulüm, zarar ve haksızlığı engellemek için konabilir.
Resulullah Sonrası Döneminin Toplum Nazariyesi ve Hak ve Özgürlükler Algısı
Resulullah döneminde bireysel ve toplumsal her düzlemde özgürlüğü ve şeffaflığı hedefleyen adalet merkezli bir din algısı inşa edilmeye çalışılıyordu. Sonraki süreçte bu algının güvenlik merkezli bir anlayışa evirilmesi önlenemedi. Bu güvenlik merkezli yönetim algısı süreç içerisinde din algısının değişmesine neden oldu.
Bu çerçevede,
Allah, Kitap/Kuran, Resul, Vahiy, Akıl Sünnet, Dünya, Din, Devlet, İktidar, Şura, Adalet, Kabile, Ümmet, Millet, Kâfir, Müşrik, Zekât, Sadaka, Ahiret, Kıyamet, Şefeat, Mucize, Keramet, İrade, Kader, Hak, Hürriyet, Zulüm, Zalim vs. algısı da yeniden inşa/dizayn edildi.
Algının ve Değerlerin Değişmesinde Üç Aşama:
1-Ridde savaşlarının doğurduğu yok olma korkusunun yol açtığı psikoloji, Hilafetin Kureyşlileşmesi ve Cihad/Ganimet toplumu olma hali: Özgürleşme, adalet, sorumluluk ve çoğulculuk merkezli anlayıştan/ yönetim anlayışından “Güvenlik” merkezli kabile asabiyesine dönüş/geçiş…
2-Hz Osman’ın toplumsal muhalefet karşısında yeni din dili ve tanrı tasavvuru oluşturma arayışına girmesi: Halife Osman’ın “hilafet gömleğini bana Allah giydirdi ve Allah çıkarır” diyerek hem yönetimde hem de dini tasavvurda yeni bir dönemi başlatması. Bu sürecin halifenin/sultanın veya toplumun ileri gelenlerinin tercihlerinin Allah’ın takdiri/tercihi olarak sunulması ile sonuçlanması ve toplumun tercihlerinin yok sayılması. Böylece Ridde Savaşları sonrası yeniden ortaya çıkan asabiyenin devlet politikası haline dönüşmesi. Ümmetin ekseriyetinin kendisini dışlanmış olarak kabul etmeleri ve toplumda adalet algısının ve millet aidiyetinin zayıflaması, yok olması.
3-Fiili imparatorluk düzenine geçiş ve kaderci anlayışın devlet politikası haline gelmesi. Kabile asabiyesinin imparatorluk siyasetine ve kültürüne dönüşmesi… Adalet ve sorumluluk algısının çöküşü.
Yaşanan travmalar (Ridde, Cemel, Sıffın, Harura savaşları, Halife Osman’nın katli gibi) ve fethedilen yeni dünyalardaki/ coğrafyalardaki etkileşim nedeniyle düşünce ve pratikte ciddi bir yozlaşma ve bozulma meydana geldi. Bu nedenle;
Değerler değişti ilkeler/ölçütler değişti, hedef ve amaçlar değişti. Genel toplumsal tasavvur değişti (cihadın fethe, yer yer işgale dönüşmesi gibi.). Fetihçi din algısı süreç içinde otoriter ve egemen din algısı olarak tezahür etti. Ganimet, bir yönetme biçimine ve bir kültüre dönüştü.
Dil değişti; soyut dilden (şehir ve ticaret dilinden) somut dile (çöl diline) dönüldü. Dil, çöl dil anlayışı ve kültürü üzerinden yeniden kuruldu. Dil kuralları ve kâmuslar bu çerçevede oluşturuldu.
Kabile asabiyesine dönüldü ve devlet bu anlayış üzerinden yönetilmeye başlandı. Bu çerçevede imparatoryal düzene geçildi. Hukukun değil gücün egemen olması ve kutsanması sağlandı. Öteki üreten bir din algısı ortaya çıktı.
Bireysel ve toplumsal düzeyde kader /cebriyecilik anlayışı merkezi anlayış haline geldi, adalet ve irade hürriyeti merkezli anlayışlar şaz kabul edilir oldu; süreç içerisinde irade özgürlüğü devre dışı kaldı. Dolayısıyla hesap verebilirlik ilkesi yok edildi.
Peki, bugünün gerçekliğine, küreselleşen ve kronikleşen sosyal eşitsizliklere İslam ve Müslümanlar ne diyor? Makalenin önceki kısımlarında Müslümanların kahır ekseriyetinin bu duruma seyirci olmayı seçtiklerini ve olandan/mevcuttan yararlanma yarışı içinde olduklarını ifade etmiştik. Dolayısıyla mevcut hal, Müslümanların, kısa ve orta vadede, kurucu metinlerinde (Kur’an ve sahih hadis) ve ilk dönem uygulamalarında belirgin yol işaretleri bulunmasına rağmen, alternatif bir model /anlayış ortaya koyamayacaklarını gösteriyor.
Sonsöz Yerine: Yeni Bir Fikir Çerçevesinde Değerlerin Yeniden İnşası ve Yeni Bir Düzen Kurmak Ne kadar Mümkün?
Temel sorun insanın kendisindedir; insan, zihnen, fikren hatta bedenen hasta durumdadır ve bu hastalık kronik bir hale gelmiştir. Şimdilik şizofrenik aşamada seyretmektedir: her an kendisini yok edebilir. Bu nedenle insan rehabilite edilip / sağaltılıp fabrika ayarlarına döndürülmedikçe ne bir değerden ne de yeni bir fikir ve düzenden söz etmek mümkün olabilecektir. Belki insanı keşfetmekle, insanın doğası ile çevrenin/evrenin doğası arasındaki ilişki ve geçişkenlik üzerine kafa yormakla işe başlana bilinir.
Mesala, aklı ve sorumluluğu merkeze alarak, ilâhî metinlerin, evrenin yasalarının, yeryüzü gerçekliğinin, yaşanan tecrübelerin, insanlığın kazanımlarının ve ortak değerlerinin rehberliğinde, adil, sorumluluk sahibi, düşünen, sorgulayan, kendisini tanıyan, kendisi dışındakini öteki görmeyen, aksine onu kendi varlığının bir güvencesi olarak gören ve kendisi dışındakini kendisinin ve toplumun gelişmesine ve özgürleşmesine katkı sağlayacak bir zenginlik olarak kabul eden, paylaşmayı ve üretmeyi erdem ve görev sayan, merhamet sahibi insanı bulabiliriz. “Ben” merkezli değil, “biz” merkezli, merkezinde insanın tutkularının değil adalet ve ahlakın olduğu, çevre ile bütünleşmiş yeni bir ideal inşa edebiliriz. Belki o zaman bu insanlar eliyle ve bu insanları tekrar tekrar inşa edecek yeni bir toplum kurmak ve böylece yeryüzü ve yeryüzü yasalarıyla uyum içinde sorumluluk sahibi, ahlaklı, özgür bireylerin ortaya çıkarılmasını sağlamak ve adil bir sosyal düzen ve kaynakların adil bölüşüldüğü bir toplumsal yapı kurmak mümkün olabilir. Her şey hayal ile başlar.
-SON-
NOT: Bu makale Yetkin Düşünce Dergisi’nin 15. sayısında (Ağustos-Eylül 2021) Yayınlanmıştır