Günümüz koşullarında yakıcı soru şudur: Söz konusu birikim (İslam uygarlığı) tarihsel bir başarı hikâyesi olarak mı görülmeli, yoksa yeniden yaratılabilir bir gerçeklik olarak mı alınmalıdır?
Anımsanacağı gibi günümüzde bu soruya verilen iki karşıt cevap olduğu görülüyor.
Birincisine göre İslam, yalnız insanın varoluşusal sorularına cevap vererek onu kişi kılan bir öğreti (din)’dir. Dolayısıyla uygarlık gibi bir ürün verme amacı yoktur.
İkincisine göre İslam, uygarlık olarak tanımlanan tarihsel bir birikim oluşturmuştur; onu yeniden inşa etmek hem mümkün hem de gereklidir.
Öyle görünüyor ki birinci yaklaşım olguyu yadsıyor, ikincisi ise kelimenin tam anlamıyla fantastik kalıyor.
Tam da bu nedenle, sorunun cevabı gerçekler zeminine yaslanarak verilebilir. Bunun dışına düşülerek verilen cevap denemeleri olsa olsa kurgusal inşalar olabilir.
‘KIŞ’ SONU
Bilindiği gibi Osmanlı dönemi, İslam uygarlığının Selçuklu ile başlayan “uzayan kışı” durumundadır. Arada bir parlayan ışıkların da Osmanlı klasik çağında (1300-1600) belirdiği söylenebilir.
Klasik çağın ardılı son üç yüzyıllık dönem Batı bağımlılığı sürecidir; ekonomik, askeri ve siyasi sorunlar oldukça artmıştır.
Ağırlaşan sorunlar çözülmeye çalışıldıkça “tagayyür ve fesat” başlamıştır. Merkez, artan “tagayyür”ün çare olacağını düşünmüş, bu da daha çok “fesat”a neden olmuştur.
Süreç içinde, klasik çağda Osmanlı lehine olan denge -bilinen nedenlerle- Batı lehine bozulmuş, İbn-i Haldun’un anolojisiyle söylemek gerekirse organizma çürüyüp dağılarak hayatiyetini kaybetmiştir.
‘SON NEFES’
Olgusal durum bu kadar açıkken, verili koşullarda, kimilerinin hâlâ “o görkemli uzak geçmiş”e ağıt yakmalarının ne anlamı ne de yararı vardır.
Kaldı ki 20. yüzyıl başında Osmanlı’nın küllerinden kan ve can pahasına yeni bir Türkiye doğmuştur. Kurucu kadroya bakılırsa yeni Türkiye’nin -İ. Ortaylı’nın ifadesiyle- onun “son nefesi” olduğu görülebilir.
Yeni Türkiye, analitik çalışmaların betimlediği gibi eğitim, sağlık, ekonomi ve teknoloji atılımları dışında, -nitel açıdan yeterli olmasa da- iki başarıyı birlikte gösterebilmiştir: Müzecilik, restorasyon ve çeviri etkinliğiyle tarihsel mirası korumak, bir; felsefe, bilim ve sanat birikimi oluşturmak, iki.
20. yüzyıl İslam ülkeleri arasında onun “biricik” olarak tanımlanması, bu çerçevede çok sayıda Doğulu ve Batılı ismin hayranlığına konu olması anılan başarıyla mümkün olabilmiştir.
Kuşkusuz, 1940’lı yılların ikinci yarısında girilen Batı bağımlılığı sürecinde iç ve dış dinamiğin elele yarattığı ciddi sorunlarla (örneğin, ekonomik yetersizlik, sınıf çelişkisi, aydın yabancılaşması vb.) karşı karşıya olduğumuz açıktır.
ÇIKIŞ
Bu aşamada, yeni çıkışın ön koşulu “anılan” süreci aşarak tekrar bağımsızlık rotasına girmektir. Yeter koşulu ise -ekonomi, eğitim, sağlık vb. alanların sağaltılmasıyla eşzamanlı olarak- var olan imkânların kritik akılla değerlendirilebilmesi; başarılan deneyim birikiminin içselleştirilerek ne Doğucu ne Batıcı, özgün bireşim tahayyülünün yetersiz gerçekliğinin zenginleştirilerek güçlendirilebilmesidir.
Vurgulamak bile fazla: Söz konusu özgün bireşim (uygarlık) yaklaşımının daha da güçlendirilip somutluk kazanması ise gelenekçilerin (zelotlar) ve taklitçilerin (herodlar) değil, tam tersine yaratıcı kişiliklerin artmasıyla başarılabilir.
Yaratıcı kişilikler, tarihsel birikimi (ve örnekleri) ancak ve ancak esin kaynaklarından biri olarak alabilirler.
İslam uygarlığının tarihsel birikimi nasıl farklı kaynaklardan beslenen yaratıcı kişiliklerin eseri ise günümüzde bu alana yönelenler de çeşitli kültür evrenlerine açık olmak durumundadırlar.
Günümüzde kimilerinin, örneğin sanat adına (!) bir Divriği şaheserini, bir Karahisari hattını, bir Levni minyatürünü, bir Süleymaniye’yi diriltmeye çalışmaları, kelimenin tam anlamıyla gülünçtür.
Bilindiği gibi tarihsel İslam uygarlığının sanat eserleri de biriciktir, özgündür, tekrar edilemez. Öykünerek yapılanlar sadece taklit düzeyinde kalırlar; sahiplerini de sanatçı katına asla yükseltmezler.
Tam da bu nedenle, taklitçiler olsa olsa “zanaatkâr” olarak tanımlanabilirler.
Sanat eserine öz ve biçim ilişkisi açısından bakmak da konuya daha bir açıklık getirebilir.
Birbirinden farklı sanatçılar, örneğin İslam’ı “öz” olarak alsalar bile eserlerinde onu yansıtışları aynı olmayacaktır. Çünkü bağlanılan “öz” her birinde farklı algılandığı için ifadeler çeşitlilik gösterecektir.
Kaldı ki burada, bağlanılan “öz”ün neliğinin tüketici biçimde kavranamayacağı, açığa çıkarılamayacağı, dahası her nüfuz çabasına rağmen sırrını koruyacağı söylenebilir.
Sanatta öncelikle aranan özgünlük olmasına karşılık felsefe ve bilim alanında da bilineni tekrar değil, tam tersine katkı esastır; ki bunun neliği de-konu ve yöntem farkına rağmen-‘’yaratıcılıkla mümkün yeni’’ olarak tanımlanır. İşte bu yüzdendir ki, yüzyıllar sonra Farabi ve Uluğ Bey’in verimini iyi anlatmak kişiyi düşünür ve bilim insanı değil, olsa olsa tekrarcı yapar.
SON SÖZ
İnsanlığın tarihine bakıldığında, sorunları ağırlaşan toplumların çoğunlukla köklü çözümlere yöneldikleri ve başardıkları görülüyor.
Türkiye, bugün tekrarlamak pahasına belirtelim ki ağır iç ve dış sorunlarla yüz yüze bulunuyor. Durumu, sürgit devam ettirmesi de mümkün gibi görünmüyor.
Öyle anlaşılıyor ki, Türkiye, görünür gelecekte ya tam bir yaşama iradesiyle var olan sorunlarını çözerek -önce Maveraünnehir’de, sonra 20. yüzyıl başı Anadolu’sunda olduğu gibi- akıl ve erdem bireşiminin yaratıcılığıyla –yeniden– milletler ailesinin güçlü ve onurlu üyeleri arasında yer alacak ya da birbirine kapalı ve geri klanlar mezbelesine dönüşerek tarih dışı kalacaktır.
Tarihin tunç yasası gösteriyor ki toplumlar ancak kendi iradeleri ve kararlarıyla sorunlarını aşabilirler.
İnanırlar anımsayabilir; “Kelam-ı Kadim”in bir yerinde de söz konusu yasaya vurgu yapılır: “Toplum için kendi kendini değiştirme dışında bir seçenek (örneğin, ‘aşkın yardım’) yoktur.”