Son diktatör "Abdullah Öcalan"

​​​​​​​Gösterilerde taş attığı, örgüte yardım ve yataklık veya daha basit suçlarla tutuklanıp gelenler birkaç ay içinde her türlü eğitimden geçerek cezalarını tamamlayıp çıktıklarında doğrudan dağa gidiyorlar.

Son diktatör

Yasin Aktay, Yeni Şafak gazetesindeki yazısında Aytelin Yılmaz’ın  Abdullah Öcalan'ı konu alan “Son Diktatör” kitabını değerlendiriyor:

PKK’nın gelişip serpildiği atmosfere dolaylı katkısı dolayısıyla yıllarca Diyarbakır Cezaevi üzerine çok şeyler yazıldı, söylendi. Örgütün Kürtler arasında bir toplumsal taban bulabilmesinin en önemli nedeni bu cezaevinde yapılan insanlık dışı işkencelerin, baskıların besleyip büyüttüğü hıncın bir patlamasına bağlanıyordu. O kadar ki, bu işkenceler insana etik olarak da, psikolojik olarak da başka bir seçenek bırakmıyordu. Burada devlet eliyle cehennemi yaşayanlar, cezaevinden çıkar çıkmaz soluğu dağda alıyorlardı ve bunda son derece mazur, hatta haklı görülmeliydiler.

Doğrusu terörün hiçbir şekilde mazereti ve haklılığı olamazdı ve terör tercihi hiçbir şekilde bir kader gibi görülemezdi. Onu öyle görmek için ciddi bir teorik-ahlaki zafiyet içinde olmak gerekiyor. Kötülük hiçbir zaman bir kader değil, her zaman sorumluluk gerektiren bir tercihtir.

Ancak konumuz bu değil şimdi.

Aytekin Yılmaz, Vadi Yayınları tarafından yakınlarda yayınlanan “Son Diktatör” isimli son kitabında Diyarbakır Cezaevi ve PKK hatta Kürt sorunu arasındaki ilişkiye dair bu efsaneyi yıkıyor. Doğru, hapishaneler devlete karşı hıncın beslendiği yerler ama bunun nedeni devletin baskısı değil, bilakis buraları birer örgüt eğitim kampına dönüştüren sol örgütlerin inanılmaz uygulamalarıdır.

Yılmaz, 1992 yılında tutuklanıp konulduğu Bayrampaşa Cezaevi’ne bu algı ve beklenti hatta korkularla girdiğini ama daha ilk anda gördüğü manzara karşısında büyük bir şok yaşadığını anlatıyor. Diyarbakır Cezaevi’nde devletin baskı ve zulmüyle ilgili sürekli dinlediği şeylerin aksine, dışarıda herhangi bir örgüt eğitim kampında bile görülemeyecek bir örgüt denetimi ve hakimiyeti karşısında büyük bir algı şoku yaşıyor. Tabii ilk anda bu şok bir hayal kırıklığı değil, belki algı yıkımı olarak gerçekleşiyor.

Konulduğu PKK koğuşunda PKK’nın yapmayı düşündüğü devrimin adeta bir provası olarak tasarlanmış bir komün hayatı yaşanıyor. Cezaevinin dış kontrolü devlette ama iç yönetimi tamamen örgüt yöneticilerine bırakılmış ve onlar da dışarıda uygulanamayacak devrim kömünlerini en katı disiplin ve pratikleriyle uygulamaya çalışıyorlar. İşin bu kısmı algı kırıklığını tam bir hayal kırıklığına dönüştüren yer oluyor Yılmaz için. Çünkü örgüt üyelerinin her dakikasını dolduran yoğun eğitim programlarıyla baskıcı ve yaptırımı devletinkinden çok daha fazla olan son derece totaliter bir hayata dönüşüyor.

Bu totaliter hayat biraz da güçlü bir yaptırım sistemiyle sürdürülüyor. Kurallara uymamanın cezaları çok ağır. Üstelik biraz gevşeklik göstermenin doğrudan ihanetle suçlanması fazlasıyla mümkün. Biri hakkındaki en ufak bir kuşku veya söylenti koğuş sakinlerinin en ağır şekilde cezalandırılmasına giden yolu açıyor. Hapishane içinde örgütlerin kontrol ettiği ayrı hapishaneleri oluyor böylece. Bu hapishanelerde sorgu ve işkence odaları.

Dışarıda veya içeride yapmış oldukları dolayısıyla, ilişkileri veya mesela tutuklandığında işkence altında bile olsa polise konuşmuş olanlara uygulanan hapis veya işkenceler, devletin dışında tamamen örgütün baskıcı ve işkenceci yüzünü ortaya koyuyor. Dışarıda her fırsatta “insanlık onuru işkenceyi yenecek” diye sloganlarını duymaya alıştığımız bu örgütler, bizzat kendi arkadaşlarına, yoldaşlarına şu veya bu sebepten dolayı devletin yapmayı göze alamadığı işkenceler yapıyorlar. Bu işkencelerin bir kısmı bilgi alma amaçlı, bir kısmı da tamamen cezalandırma amaçlı. Dahası birçok örgüt mensubu bizzat örgüt tarafından infaz ediliyor.

“Sizin faşist dediğiniz, bunun için isyan edip devirmeye çalıştığınız devletten ne farkınız kalmış?” diye isyan ediyor Yılmaz, ama bu isyanı uzun süre içinde tutuyor, çünkü dışardan bu isyanı dillendirmenin bir imkânı da yok aslında, kısa sürede ihanetle suçlanıp infaz edilmesi işten bile değil. O yüzden, bu çelişkinin Yılmaz’da yol açtığı bir aydınlanma olsa da, ifade özgürlüğünün ne kadar imkansız olduğu bir zeminde olduğunun farkındadır.

Cezaevinde örgüt yönetimlerinin kontrolü, yönetimi ve bu yönetimlerle cezaevlerini birer örgüt kampına dönüştürme uygulamasında Bayrampaşa Cezaevi bir istisna değil tabii. Yılmaz’ın tespitine göre o günlerde toplam bütün Türkiye cezaevlerinde örgüt yaklaşık yüz bin kişinin yönetimini yürüttüğü korkunç bir iktidar alanı oluşturmuş.

Gösterilerde taş attığı, örgüte yardım ve yataklık veya daha basit suçlarla tutuklanıp gelenler birkaç ay içinde her türlü eğitimden geçerek cezalarını tamamlayıp çıktıklarında doğrudan dağa gidiyorlar. Böylece cezaevleri dağdaki örgüte militanların devşirilip ilk eğitimlerinin tamamlanıp gönderildiği bir kamp işlevi de görüyor.

Yılmaz’ın da anlamadığı, dolayısıyla bugün okuyucuyla paylaştığı büyük soru da bu aslında. Devlet bunu bilmiyor olamazdı ve bu kadar güçlü bir devlet kendi hapishanelerinin silahlı örgütlere bu kadar açık eleman devşirme mekanizmasına dönüşmesine nasıl bu kadar uzun süre göz yumuyordu? Bu soru tabii ki uzun uzun üzerinde düşünülecek ve tartışılacak bir soru.

Aytekin Yılmaz, “Son Diktatör” isimli kitabında daha önceki kitaplarıyla birlikte müthiş bir hapishane edebiyatı ortaya koyuyor. Kitabı sadece bir örgütle ilgili hayal kırıklığını yaşamış bir eski örgüt militanının duygularını yansıtmıyor. Aynı zamanda devrim iddiasındaki örgütlerin örnek pratiklerinde bütün iddialarını nasıl tersine çeviren bir ters-ütopyayı canlandırabildiklerini de çok iyi ortaya koyuyor. Ki, anlattıkları sadece sol örgütlerle de sınırlı olmak zorunda değil, pekala DEAŞ tarzı örgütlerde de görülebilecek örnekler. Georg Orwell’in Hayvan Çiftliği ve 1984 romanlarında veya yine Türkiye’de ki sol örgütlerin hapishane anlatılarından mesela Gün Zileli’nin Havariler’indeki anlatımlara çok zengin bir boyut katıyor.

Anlatımında hiçbir yapaylık, kasıntı, zorlama ve tıkanma yok. Anlatılanın tarihsel önemi bir yana, bu tarihsel olaylar üzerinden ortaya konulan son derece sahici bir dil ve müthiş bir edebiyatla örneği olarak bile okunmaya fazlasıyla değer bir eser.