Tarih: 05.09.2022 12:36

“Sokağa seslendiler, sokak da onları öldürdü”

Facebook Twitter Linked-in

Weber’in Rosa Luxemburg ile Karl Liebknecht’in ölümü hakkında “sokağa seslendiler, sokak da onları öldürdü” dediğini aktarır Vırılıo. Bu tespit üzerinden bir iki hususa değinip tespit ile günümüz Türkiye’si arasında nasıl bir benzerlik kurduğumu ifade etmeye çalışacağım. Weber’in tespitinde sanırım önce sokağı netleştirmemiz gerekiyor. Neye karşılık geliyor sokak? Sokağa seslenmekten kastedilen toplum, cemaat vs. olmaktan ziyade yığın-kitle olarak ifade edilmeli. Biraz belirsiz, henüz şeklini alamamış, eski şeklini yitirmiş, düzeninden mahrum kalmış ve yeni bir şekil almaktan ziyade şekilsiz kalmış dolayısıyla manipüle edilme düzeyi görece yüksek bir varlıktan bahsediyoruz. Peki, sokağa niye sesleniyoruz? Sokak tam da varlığımıza güç ve kudret temin edeceğimiz bir kaynak, bir dayanak işlevi görsün diye sesleniyoruz. Varlığımızı güçlendirmek, iktidara sahip olmak, etkisini ve alanını genişletmek için sokağa sesleniyoruz. Ama burada ince ve hassas bir durum var. Çünkü varlığımıza dayanak oluşturmak için seslendiğimiz sokak bu seslenmenin gereği olarak aynı zamanda varlığa bürünen, varlığı etki ve alan genişleten bir şeye dönüşür. Sadece sınırsızca kullanacağımız pasif bir güç merkezinden bahsetmiyoruz. Durumun ince ve hassas olması da bundan kaynaklanıyor. Seslenme sokağı aktörleştiriyor. Sokağın talep ve beklentilerini, arzu ve isteklerini beslemeniz dolayısıyla meşrulaştırmanız, bunlara alan açmanız gerekiyor. İş, aktif bir özne pasif bir nesne dikotomisinden ziyade arzu ve ihtirasları hukuki ve ahlaki bir formun süzgecinden geçmemiş sokak ile doğası gereği pragmatik bir boyutu olan siyaset arasında karşılıklı taviz verme, birbirini kullanma üzerinden seyrediyor.

 Gelelim Weber’in tespiti ile Türkiye arasında kurduğumuz yakınlığa. Weber’in tespiti şüphesiz biraz daha radikallik ve somut fiili öldürülmenin altını çiziyor. Ancak altı çizilen bu somut durumla yetinmek hem tespiti hem de durumu aşırı basitleştirmek olur. Hatta belki bu tespitten hareketle Türkiye ile benzerlik kurmak elitist bir tını içeriyor şeklinde de anlaşılabilir. Sokak niye seslenilecek bir yer olmasın, niye siyasetçe muhatap alınmasın, katılım süreçlerinde aktifleştirilmesin vs.? Talep ve beklentileri, arzu ve istekleri niye ciddiye alınmasın? Hele hele ülkemiz gibi toplumun geniş kesimlerinin muhatap alınmadığı, görmezden gelindiği hatta inanç-kültür değerleri üzerinden gayri meşru görülüp sistemin kuytularına püskürtüldüğü, sosyal, ekonomik, siyasal bir eşitsizliğin ortasına yerleştirildiği düşünüldüğünde toplumu aktörleştirmenin bir bileşeni sayılabilecek sokağa seslenme niye tehditkâr bir boyut taşısın? Mevzu önemli. Sapla samanı ayrıştırmak, neyle neyi benzeştirdiğimizi açığa çıkarmak durumundayız. Burada “sokağa seslendiler, sokak da onları öldürdü” tespitini sokağın siyasetin ufkunu, işleyişini, ilişki ağını belirleyen temel ölçüt haline gelmesi, getirilmesi temelinde anlamalıyız. “Sokağın öldürmesi”ni bu açıdan alıyorum. Adalet ve özgürlük mücadelesinin yaygınlaşması ve derinleşmesi, sistemin her bir insanın onurunu ve izzetini gözetecek şekilde yapılanması, eşitsizliğin, dışlamanın, ötekileştirmenin sistematik şekilde püskürtüldüğü, katılım kanallarının açık olduğu ve sivil yapıların özerkliklerini koruduğu, koruyabildiği veya bütün bunların gözetilerek iş ve işlemlerin yürütüldüğü bir yapıda sokağa seslenmek, sokağı bu yöndeki bir mücadelenin bileşeni kılmak beklenendir, olması gerekendir. Toplumu bu açıdan aktörleştirmek, kapsamlı bir mücadelenin parçası kılmak olması gereken olmanın yanında aynı zamanda belirtilen amaçlılığı gözetme noktasında ciddi olmayı, yüksek bir bilinçle hareket etmeyi ve bunun için teyakkuzda bulunmayı gerektiriyor. Bu sadece sokak ile sokağa seslenen siyaset arasında seyreden kapalı devre işleyen ve orada olup biten bir ilişki şeklinde anlaşılmasın. Aynı zamanda bu süreçten ve aktörlerden bağımsız olmayan medyanın, akademinin, cemaat ve vakıfların, sivil toplum örgütlerinin de refakat etmesi, müdahil olması, yönlendirmesi, baskı oluşturması, direnç göstermesi gereken ucu açık, sınırları belirsiz bir ilişkiden, bir işleyişten, bir mücadeleden, kamusal bir var oluş biçiminden bahsediyoruz. Siyaset ile sokak arasındaki ilişkinin, yukarıda belirttiğim amaçlılığa halel getirecek hal alması Weber’in ifadesinde dile gelen “sokak da onları öldürdü” ile sınırlı kalmıyor. Kurduğum benzerliğin lafzın dile getirdiği somutlukla sınırlı tutulmaması gerektiği bu yüzden önemli. Türkiye’de toplumun aktörleştirilmesi, on yıllar boyunca mağdur edildiği için görülmesi, dikkate alınması ve yaşam koşullarının yapısal bir dönüşüme uğratılması çok önemli. Ancak bu dönüşüm siyasete, toplumsal hayatın yeniden organizasyonuna aktörleştirilen kesimin mevcut haliyle belirleyici bir norm olarak istikamet vermesi anlamına gelmez. “Sokak tarafından öldürülmek” tespiti de burada önemli. Burada öldürülmek sadece “sokağa” seslenen siyaset için değil aynı zamanda sokak ve siyasetin de parçası olduğu toplumun öldürülmesi, güç ve nitelik kaybetmesi şeklinde görülmelidir. Daha da önemlisi siyasetin, aktörleşen sokağın kısacası bütün halinde toplumun yapı, ilişki ve işleyiş olarak anlamlı, nitelikli bir bünyeye kavuşamaması, bundan yoksun kalmasıdır. Goebbels “sokağa hakim olan devlete hakim olur” demişti. Bu açıdan sokağa seslenmek, onu yanına çekmek verili güç ilişkileri içinde kalındığında iktidar temin edici olabilir ancak bu tarz bir iktidar temini Weber’in tespitinin de çağrıştırdığı gibi aynı zamanda “sokak tarafından öldürülmek” anlamına geldiği ortadadır. Bu çağrı ve ilişki hem çağrılanı hem de çağrıda bulunanı yerleşik yapının sistematiğini yapısal bir dönüşüme uğratmadan bir çıkar birlikteliğinde bıraktığı için öldürücüdür. Hem sokağın, tarihsel-toplumsal bağlamı da dikkate alınarak, niteliği hem de siyasetin pragmatik doğası yukarıda değindiğim üzere ilke ve değerleri gözeten ve mutlak surette mevcut aktörlerin ve içinde oldukları yapının, ilişkinin dönüşümünü gerektiriyor. Aksi taktirde sokağın ve siyasetin bu niteliği yerleşik yapı içerisinde varlığını mevcut haliyle korumayı ilkesel-ahlaki bir başarı olarak kodluyor ve yapı ve ilişkiyi gözden kaçırarak statükoya can pompalıyor. Hepimiz biliyoruz ki statükonun hayatiyeti bizim ölümümüzdür ve bu örneklikte gördüğümüz üzere bizim ölümümüz biraz da kendi elimizle oluyor.

 

Kaynak: Farklı Bakış




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —